21 Şubat 'Anadile Saygı Günü'...
2011-02-21
Hulabzıya. Yeha hazzeyzaz arı amş, ahatı bızfa patu aktsara yazkup. Şüzzıgıy yüşüdüsnühaloyt. Apstazaracı abızfako yızzıgi yeykarop, yeyhadop. Sıhatı bızfa agara ahşara duğ yızısto abızfaku yızzıgı patu ruktsanı yısıdıskıloyt.
Belki ilk kez duyduğunuz bir dille seslendim size. Ve dedim ki,
‘İyi akşamlar. Bizi biraraya getiren ‘anadile saygı günü’ hepimize kutlu olsun. Dünyadaki bütün diller eşittir ve aynı değerdedir. Kendi anadilim kadar saygı duyduğum tüm dilleri selamlıyorum’.
Bu, Abazaca ya da Abhazca diye adlandırılan benim ana dilimdir.
. . .
Hiç kuşku yok ki dil, insanoğlunun en büyük keşfidir. Sesin söze, sözün anlatıya ve nihayet harflere dökülerek bir bütünlüğe ulaşması epeyce uzun bir yolculuktur. Her toplum bu yolu tamamlayıp bir dil yaratmıştır. Her dil ait olduğu toplumun belleğidir, bilgeliğidir, özgürlüğüdür. Dil insanı insan, toplumu toplum edendir. Başka değişle, varoluş manifestosudur.
İşte bu yüzden UNESCO, 21 Şubat’ı ‘Dünya Anadil Günü’ ilan ederek, tüm dilleri onurlandırmıştır. Hiçbir ayrım yapmadan, hepsini eşit değerde tutarak, en evrensel olandan en yerel olana, en fazla konuşulandan en az konuşulana kadar tüm dilleri insanlığın ortak hazinesi olarak yüceltmiştir.
Hem UNESCO’ya, hem de bugün bu etkinliğe ev sahipliği yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü’ne, etkinliği destekleyen Kafkas Dernekleri Federasyonu ile Global Dialogue Fonu’na teşekkür etmek istiyorum.
. . .
Konuşmamı, temsil ettiğim dilin etimolojisi, fonotiği, tekniği vs. üzerine yapmayacağım. Güncel serüvene dair notlar aktaracağım. Yine de Abhazca ya da Abazaca adıyla bilinen anadilimin kaynağının Kafkasya’da bugünkü Abhazya ve Karaçay-Çerkes cumhuriyetleri olduğunu, kökeninin çok eski Abask ve Apsil kadim dilleri olduğunu, Hatti-Hitit dilleriyle benzeştiğini, kendi içinde farklı lehçe ve şiveleri bulunduğunu, birbirine yakın iki alfabeye ve yazı diline sahip olduğunu, bu dili konuşanların (ve konuşamayanların) yakın tarihte Kafkasya’dan taşıp Osmanlı coğrafyasına, oradan da dünyanın pek çok ülkesine dağılmış olduğunu, Kuzey-Batı Kafkas Dil Grubu içinde olduğunu ve Adige ve Ubih dilleriyle kardeş olduğunu ifade etmeliyim.
. . .
Ben, yüzelli yıl kadar önce, nüfusunun yarıdan çoğu kendi yurtlarından sökülüp atılan ve Osmanlı’dan bugüne bu çoğrafyanın parçası haline gelmiş Abhaz-Abaza halkının bir bireyiyim. Bu salonda bulunan pekçoğunuz gibi, dili-kültürü ve varlığı Türk diline-kültürüne ve varlığına armağan edilmek istenen bir ‘öteki’yim. Ulus-devlet potasında eritilerek ‘beriki’ yapılmak istenen Abhaz-Abaza ya da daha genel adıyla bir Çerkes’im…
Bu varlık armağanının ne menem şey olduğunu, ilkokula başladığımda öğrendim. Sınıfta ya da teneffüste arkadaşlarımla Abazaca konuştuğum için öğretmenin kulaklarımı her çekişiyle, solak sillesini sağ kulağıma her patlatışıyla ve uzun tahta cetveliyle parmak uçlarımı kanatan her vuruşuyla iyice belledim. O yüzden kulaklarım bu kadar büyüktür ve sağ kulağım hala pek duymaz, o yüzden cetvel vuruşlarının acısını azaltmak için keşfettiğim tırnak kemirme savunması halen peşimi bırakmaz. Ben, ‘beriki’nin az-çok gazabına uğramış, büyük sağır kulaklı, küçük ürkek tırnaklı bir ‘öteki’yim.
Benim 1966/67’de bunları yaşadığıma bakarak, benden önceki kuşakların halini tasavvur edebilirsiniz. Adapazarı-Hendek-Düzce-Bolu hattındaki büyüklerimiz, 1935’lerden sonra yoğunlaştırılan ve ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarıyla desteklenen Türkleştirme hamlelerinin epeyce sert uygulamalarını anlatıp dururlar.
Bizim gibi misak-ı milli sınırları dışından ithal ya da ilhak olunanların derdi yerlilere göre daha fazladır. İki kez ötekiyizdir ve köklerimizden kopuk olduğumuz için direncimiz daha zayıftır. Belki bu yüzden daha eyyamcıyızdır; devlete yakın durup hayatta kalma oyunu oynamışızdır. Sanılanın aksine bunun bize pek faydası olmamıştır. Belki içimizden bazıları bundan nemalanmıştır, bazılarımız asker-polis olup devlete kapağı atmıştır vs. ama toplamımıza bir yararı olmamıştır. Bugün Türkiye’de, yüksek nüfusuna karşın ekonomik ve siyasi güç bakımından en zayıf toplumlarındanız.
İşin aslı şu ki, cumhuriyet döneminde bizim üzerimizden de hatrı sayılır ağırlıkta ulus-devlet silindiri geçmiştir. Hem de pekçok kez…
İkinci Meşrutiyet’ten hemen sonra (Ağustos 1908’de) kurulan Çerkes Teavün Cemiyetimi’miz, akabinde kurulan Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti’miz, Çerkes Örnek Mektebimiz (Akaretlerde), dergilerimiz- gazetelerimiz 1923’de kapatılıp yasaklanmıştır. Hendek-Düzce-Bolu ayaklanmaları, Anzavur ayaklanması vs. derken Ethem Bey’in ‘hain’ ilan edilip ‘Çerkes Ethem’ oluvermesiyle hepimiz ‘hain’ damgası yemişizdir. 150’likler davasıyla iyice bir tasfiye edilmişizdir. Ondan sonrası, sistemli ağır asimilasyon yıllarılarıdır. Hem kültürel-dinsel, hem ideolojik asimilasyon. Tüm bunlar bizi epey hırpalamıştır.
Ama kimlik öyle güçlü bir köktür ki, nice zorluklara direnebilir. Sizi bırakmaz. Bazen paslanır gibi olup saklanır, bazen uykuya yatar gibi sessizleşir. Kamuflaj yeteneği ile sizi de kandırır siz olmayanı da, egemen kültürü de kandırır resmi ideolojiyi de. Sonra, şartlar uygun olunca uyanır, pası söküp atar. Öğle yüz yılda, topla-tüfekle, hileyle-siyasetle teslim alamazsınız kimliği…
Öte yandan kimliğin tamamlayıcısı sayılan dil ne yazık ki daha kırılgandır ve pekçok örneğinde olduğu gibi yenilgiye daha açıktır. Kardeş dilimiz olan Ubıhça, bu memlekette yakın zamanda sonsuzluğa akıp gidivermiştir. Pek çoğunuzun bildiği gibi Bandırma’nın Hacı Osman Köyü’nde yaşayan Tevfik Esenç’ti Ubıhçayı son konuşan. Onun 1992’de ölümüyle binlerce yıllık kadim bir dil de yok olmuştur. Aynı süreç, şimdi tüm hızıyla bizim için de işlemektedir.
İşte bizim bu memleketteki dil-kimlik öykümüz özetle böyledir.
. . .
Geldiğimiz yer ise dil zengini bir coğrafyadır. Kafkas Dağları’nın neredeyse her tepesinde, her yamaçında, her vadisinde özgün dili ve kültürüyle farklı bir halk yaşar. Kimi içiçedir ve epeyce benzeşiktir, kimi sarp uçurumlarla ayrılmıştır… Bu küçücük coğrafyada 50’den fazla farklı dil ve lehçe konuşulmaktadır. (Bunların 15-20 kadarı Türkiye’ye taşmıştır. Abazaca, Abhazca, Adigece, Kabartayca, Ubıhca, Avarca, Lakca, Dargıca, Çeçence, İnguşca, Lezgice, Osetçe, Kumukca, Balkar’ca, Karaçayca vs. Halen burdaki küçük küçük cumhuriyetlerin her birinde pekçok resmi dil bulunmaktadır.
Tarihin çeşitli evrelerinde ve çeşitli istilacı güçlerin baskıları yüzünden, Kuzey Kafkasya’da yaşayan bu pekçok halkı birleştirecek ve dili tekleştirecek uluslaşma düşünceleri ve girişimleri olmuştur. Halen de olmaktadır. Öte yandan, Kafkasya öyle bir coğrafyadır, öyle bir iklimdir ki, nüfusu ne kadar az olursa olsun buradaki tüm halklara en üst derecede özgürlük aşılamaktadır. Bu yüzden, özgürlük duygumuzla birlikte varolabilme gerçekliğimiz arasında bocalayıp durmuşuzdur. Türkiye’deki gibi örnek süreçlere bakarsak, belki en hayırlısı uluslaşma hevesine kapılmadan ‘federal birlik’ kurmaktır…
. . .
Tekrar Türkiye’ye dönecek olursak, hem bizim için hem diğer halklar için dil kaybı, 1930’lardan itibaren devlet eliyle sistemli olarak yürütülen ‘tek dil’ politikaları yanısıra, 1960’lardan sonra yükselen kentleşme sürecinin doğal sonucu olarak da hız kazanmıştır. Tüm engellemelere ve yasaklamalara karşın, 1960’lara kadar büyük kısmı kırsal kesimde ve birarada yaşayan toplumlar kendi dillerini özel alanlarında korumayı sürdürebilmişler, ancak kentlere dağınık göçler nedeniyle bu dillerin yaşama iklimi büyük ölçüde yok olmuştur.
Bugün artık, konuşan nüfusun çokluğu ve biraradalığı bakımından en büyük şansa sahip olan Kürtçe’nin bile, ebeveynden çocuğa konuşma dili üzerinden doğal aktarım yoluyla yaşatılabilme şansı iyice azalmıştır. Daha az ve daha dağınık nüfus tarafından konuşulanların ise hiç şansı bulunmamaktadır.
Avrupa Birliği’ne uyum kapsamında, 2000’in başlarında farklı dillere uygulanan yasakların kalkması ve bu dillerin öğrenimi için özel kursların açılabilmesine olanak sağlayan kısmi yasal düzenlemeler, ağır bürokrasi ve maddi imkansızlıklar yüzünden sonuç alıcı olamamıştır. Artık anlaşılmıştır ki, bu dillerin yegane yaşatılabilme yolu, öğrenimin öncelikle yazı dili üzerinden ve okullarda sürdürülmesi, bunun da devletin eğitim örgütlenmesi modeliyle ve devletin kaynak desteğiyle yapılmasıdır.
Son söz.
Benim dilim anavatanda Rusça’nın, diyasporada ise Türkçe ile yaşadığımız diğer ülke dillerinin hegamonyası altındadır. Dilimi kıskanırım, o yüzden bazen baskın dillere kızarım. Öte yandan, Nazım Hikmet gibi büyük bir dil ustasını kendi dilinde okuyabildiğime de sevinirim. Ayrıca Nazım’ın pekçok şiirini Abhazya sahillerinde yazmış olması da beni gurulandırır. Hiç değilse, en bilinen şiirinden kısa bir bölümü Abhazca söyleyerek kendisini selamlamak isterim;
‘Sara sımbılırıy, uoara yumblırıy, hara hambılırıy… yışpacürtsuoa alaşçarako alaşarah’
Tahmin ettiğiniz gibi bu, ‘Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ dizesidir…
Evet, bilmesek de duymasak da bütün diller hepimizindir, insanlığımızın ortak hazinesidir. İster burnumuzun dibinde, ister dünyanın öbür ucunda bir dil yitip gidiyorsa, insanlığımızdan bir parça yitip gidiyor demektir.
Bu duygularla, tüm dilleri saygıyla selamlıyor, hepsine sonsuz yaşam diliyorum.
21 Şubat Dünya Anadili Günü’nde yapılan konuşma