Geleceği Aramak

2010-10-18

İnsanoğlunun binlerce yıllık bilgeliği, hayata nasıl bakmamız gerektiğini şöyle formüle eder: Dünü hatırla, bugünü anla ve yarını düşün… Bu, geçmiş- şimdi-gelecek arasındaki içiçeliği ve devamlılığı öne koyan diyalektik bir tanım ve pragmatik bir önerme. Hem bireyler için hem toplumlar için geçerli bir rehber…

Geçmiş-şimdi-gelecek ilişkisi sarkaç gibidir. Ağırlık merkezinde ‘şimdi’, iki ucunda ise ‘geçmiş’ ve ‘gelecek’ vardır. Bu canalıcı bir dengedir. Hayatın akışı hızlandıkça, bireyler ya da toplumlar arası rekabet arttıkça denge ‘gelecek’ lehine değişir.

Bireylerin ve toplumların başarısı, bir cümlede özetlenen bu rehberi ne kadar anladığına ve benimsediğine bağlıdır. Ve elbette, dengeyi nasıl kurduğuna ve ağırlık merkezini nerede konumlandırdığına…

Kimi toplumbilimcilere göre, Doğu ve Batı toplumları arasındaki en büyük fark geçmiş-şimdi-gelecek ilişkisinde dengenin nasıl kurulduğu ile ilgilidir; Doğu’da egemen olan kadercilik gelecek düşüncesini köreltmiş ve toplumları geçmişe hapsetmiştir. Batı’nın başarısı ise akılcılığın kaderciliğe baskın çıkmasına ve dengenin gelecek lehine kurulmasına bağlanmaktadır. Yani, geçmişten kopmadan geleceğe tutunma başarısı…

Şimdi kendimize soralım, geçmiş-şimdi-gelecek köprümüzde biz nasıl bir denge tutturmuşuz? Ağırlık merkezimiz nerededir? Aklımızı ve dikkatimizi daha çok meşkul eden nedir? Geçmişi mi, şimdiyi mi, yoksa geleceği mi daha çok konuşuyoruz? Bunu biraz irdelemeliyiz. Hem anavatanda, hem diyasporada…

• • •

Toplumbilimciler, yüzyıllardır anavatanda hakim olan davranışımızı derinlemesine incelese, belki bizi ‘şimdici’ diye tanımlarlar. Başka değişle, ‘günübirlikçi’… Çünkü orada, ‘geçmiş’ tüketilen bir mirastır ve ‘gelecek’ avans karşılığında üçüncü şahıslara ipotek edilmiştir. Herşey ‘şimdi’ içindir. Bugün de hakim olan davranış kabaca budur.

Anavatandan kopup diyasporaya savrulanların serüveni başkadır. Kendi isteğimizle ve gelecek arayışıyla değil, zorla ve geçmişimizden koparılarak sürüklendiğimiz için, doğaldır ki kendimizi geçmişle tanımlamaya çabaladık. Varoluş stratejimizi ve örgütlülüğümüzü hep ‘korumacılık’ üzerine bina ettik. Biz köklerimizden sökülürken, “vatan”, “ülke”, ”millet”, “milliyetçilik”, “yurtseverlik” gibi toplumsal çimentolar dünyada henüz yeni yeni keşfediliyordu ve maalesef bize kadar ulaşmamıştı. Bunları, geldiğimiz yeni dünyada ve bu yeni dünyanın hakim söylemlerine göre keşfettik. Bize özel kalan, gelirken yanımıza aldığımız geçmişimizdi. Yani, feodal kültürümüz. Ona sarıldık.

Dünya değişti, çevremiz değişti, hayatımız değişti. Ama biz feodal kültürümüze sarılmaya devam ettik. Öğlece. Ne çoğalttık ne geliştirdik. Bu, açık denizde seyreden koca bir gemide küçük bir kayığın içinde yolculuk etmek gibi…

Elli yıl öncesine kadar küçük kayıklarımız köylerimizdi. İyi kötü idare ediyorduk. Sonra sanayileşme ve kentleşme fırtınası patladı, dağıldık. Dağıldık kasabalara, kentlere. Ne kadar dağılsak, savrulsak da ne geçmişimiz peşimizi bırakır, ne feodal kültürümüz. Mecburen yeni kayıklar yaptık, dernek adında. Şimdi bu kayıklar içinde otururuz, büyük bir geminin ortasında. Ne kayığımızdan inip diğer yolcularla kaynaşırız, ne de kayığımızı denize indirip kendi yolumuza gitmeyi deneriz.

Diyasporada kendimizce bulduğumuz ya da kabullendiğimiz denge çokbilinmeyenli denklem gibidir. Kayığımız içinde ağırlık merkezimiz tamamen ‘geçmiş’tedir, büyük geminin ağırlık merkezi ise meçhuldür. Ağırlık merkezi de meçhuldür, rotası da…

• • •

Bizim halimiz ve gidişatımız hiçbir toplum için sürdürülebilir değildir. Hem anavatanda, hem diyasporada. Bugüne kadar idare etmemiz kendi becerimizden değil, tarihin bize lütfettiği anafor şanstandı. Bundan sonrası bizim elimizde, geçmiş-şimdi-gelecek köprüsünde ‘gelecek’ lehine denge tutturma becerimize bağlı.

Kendimizi geleceğe kültürel kimlik (ben buna feodal kimlik diyorum) üzerinden taşıyamayız. Biz de her toplum gibi fazlasını becermeliyiz. Yani, toplumsal varoluş paradigmasını geçmişe bağlayan zihniyetten kurtulup, kendine gelecek tasarlamaya çaba gösteren bir anlayışa evrilmeliyiz. Bu dönüşüme toplumbilimciler kimliğin siyasallaşması ya da toplumun kendi geleceği için siyasallaşması diyorlar. Bu bir iddiadır, bu bir irade… Kimse korkmasın, bu varoluş mücadelesi veren tüm toplumların ortak serüveni.

Tekrar etmek gerekirse, öncelikle paradigma değişikliğine ihtiyacımız vardır. Bunu başarabilirsek, geleceği tasarlamak için bir toplumsal ortak akıl oluşturma yolunda ilk adımı atmış oluruz. Hiçbirimizde reçete yoktur. Biraraya gelip, kafa patlatarak reçeteyi birlikte yazmalıyız. Tek yol budur.

Bu yüzden, bu temel paradigma değişimine omuz verecek, toplumsal geleceğe nasıl yürümeliyiz arayışına akıl katacak herkese ihtiyaç var. Geleceği dönüşte arayana da, kalıp diyaspora bayrağını yükseltmekte arayana da; geleceği birlikte arayana da ayrışmada arayana da; geleceği müslümanlıkta arayana da hristiyanlıkta, budistlikte ya da ateislikte arayana da; geleceği Rusya paralelinde arayana da Rusya karşıtlığında arayana da ihtiyaç var. Geleceğe dair sözü olan herkese yer var. Yeter ki, tüm bu düşünceler ve önermeler samimi olsun, başka hesapların ve acendaların uzantısı değil bizim için ve bize fayda sağlayacı görüşler olsun.

Son yirmi yılda umutlarımızı yükselten çok alametler olmuştur. Ve bu alametler hala lehimizedir. Ama hep böyle devam etmeyecektir. Derler ki, çeşme akarken testini doldur. Tarihin çeşmesi bizim için akmaktadır.

Son on yılda dernek örgütlenmelerimiz yanısıra gençlerimizin, genç aydınlarımızın çeşitli düşünce grupları-platformları oluşturarak, gazete- dergi-web yayıncılığı yoluyla ve mail platformları aracılığı ile kültürel kimlik paradigmasının siyasal kimlik paradigmasına yükseltilmesi için büyük çaba göstermişlerdir. Artık bu çabaları birleştirip kapsayıcı bir siyasete dönüştürme vakti gelmiştir.

Bu birleştiriciliği KAF-FED yapabilir. Yapmalıdır. Sevinerek öğreniyorum ki, bunun için kollar sıvanmıştır.

Bu dönüşümü başarabileceğimize inanıyorum. Ve tekneleri birleştirip bizi kendi yolumuza, kendi geleceğimize taşıyacak bir gemi yapabileceğimize güveniyorum. Yolumuz açıktır.