Papba Sezai Babakuş'un ardından...

Handan Demiröz

Papba Sezai, “eskitilmemiş sevgiler ve bitirilmemiş gülümsemeler” bırakarak gitti.

8 Şubat’ta elimize tutuşturan tomografi raporu ile hayatımızı dramatik bir şekilde değiştirecek korkunç gerçekle yüzleştik; Sezai, kimsenin adını anmak istemediği illete yakalanmıştı.

Sol böbrekten başlayan kanser, yaygın olarak kemiklere ve sol akciğere de sıçramıştı. Çocukluk yaşlarından beri hiç aralıksız sigara içen biriydi. 2019’da tesadüfen konulan Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) teşhisi bile onu sigaradan vazgeçirememişti. Ve işte tüm nikotin bağımlılarının yaptığı gibi ısrarla sürdürdüğü “bana bir şey olmaz” yanılgısı, hiç beklemediği bir hızla yaşamını elinden almaya gelmişti.

Derhal “kanser konusunda Türkiye’nin en iyisi” denen hastaneye ve “en iyileri” denen doktor ekibine ulaştık. İleri tetkikler yapıldı ve 24 Şubat’ta hastaneye yattı. Femur başı o kadar incelmişti ki her an kırılabilirdi. O yüzden kanser tedavisine başlanmadan önce hızla bir operasyon planlandı ve femur başına protez kondu. 12 gün sonra yaraları iyileşir iyileşmez radyoterapiye başlandı. Her şey iyi gidiyor gibiyken mart başında akciğerindeki kitleyi çıkardıkları bir operasyon daha yapıldı. Zaten çok naif olan bünyesi, bu kadar kısa sürede art arda iki büyük operasyona dayanamadı; tüm vücut dengesi bozuldu. İç kanama başladı, kanda oksijen seviyesi düştü, tüm hayati değerler yerle bir oldu. Defalarca tam kan, plazma, trombosit, albümin vs. verildi. Her tarafı iğne, dren vs. yüzünden delik deşik olmuştu. Hiç şikâyet etmiyor olması, hiç soru sormaması, sessizce olan biteni kabullenişi ve direnmeden kendisini bırakması beni derinden yaraladı.

Vücut dengesi tam düzelmemiş olsa da kanser tedavisinde daha fazla gecikmemek için akıllı ilaca başlandı. Ama tüm çabalar sonuçsuz kalıyor durumu kötüleşiyordu. Kimseye haber vermemizi istemiyordu Tablo giderek ağırlaşınca 28 Mart sabahı yoğun bakıma kaldırıldı, entübe edildi ve uyutuldu.

Bir doktor olarak, kaçınılmaz sonun geldiğini görüyor, etrafımızdaki herkese ‘onu her an bir kalp krizi vs. sonucu kaybedebiliriz’ diyor ama yine de bir mucize olur belki diye umut etmekten asla vazgeçmiyordum. Corona tedbirleri kapsamında yoğun bakımda ziyaret yasağı vardı. 1 Nisan sabahı, Sezai’yi yoğun bakımda çok kısa ziyaret etmek ve sevdiği müziklerden doldurduğumuz USB’yi götürmek üzere doktorundan izin kopardım. Saat tam 10 da yoğun bakımın kapısını çaldığımda kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bana ‘biraz dolaşıp 1 saat sonra gel’ dediler. “Vizit uzadı” dedikleri için aklıma kötü bir şey gelmedi. 11.00 de tekrar gittiğimde, “Biraz daha beklemen gerekiyor.” uyarısı ile içime bir kurt düştü. 10 dk sonra tekrar gittim.

“Kalbi durdu. Hayata döndürmeye çalışıyoruz.” açıklamasını algılamakta zorlandım önce; O an benim için de dünya durdu sanki; hemen abisine haber verdim ama bizi içeri aldıklarında artık her şey için çok geçti. Sezai gitmişti. Yavaşça alnına dokundum. Hala sıcaktı. Yüzünden hiç eksilmeyen gülüşü dudaklarında donup kalmış gibiydi. Hızlıca ve sessizce ellerimizden kayıp gitmişti.

Sezai’nin Hendek’te, küçük bir Abaza köyünde, tütüncülükle geçinmeye çalışan yoksul bir ailenin 5 erkek çocuğundan birisi olarak 31 Ekim 1959 da başlayan hayatı, aslında büyük zorluklar yanında, çok az insana nasip olacak çok renkli ve farklı deneyimler ve başarılarla dolu.

İstanbul’da lise yıllarında katıldığı siyasi hareketin kazandırdığı sol dünya görüşü daha sonra tüm yaşamını şekillendiriyor. Burada edindiği arkadaşlıklar onu, 60’lı- 70’li yılların “aydınlanmacı, ilerici modernist” sanat akımının dans alanındaki temsilcilerinden biri olarak 1976 da Dostlar Tiyatrosu bünyesinde Genco Erkal ve bir grup sanatçı tarafından kurulan dans ekibi HASAD’a girmeye, DİSK, TİP, Barış Derneği gibi kurumların etkinliklerine, grevlere ve yürüyüşlere katılmaya kadar götürüyor. TİP’in gençlik teşkilatı olan İşçi Kültür Derneği’nin bir dönem yöneticiliğini yapıyor ve çok genç yaşta bir partili olarak Behice Boran ile yakın çalışma fırsatı yakalıyor.

Gazetecilik Yüksek Okulunu bittikten sonra 1978’de kurucusu olduğu İstanbul Kültür ve Sanat Ajansı’nda (İKSA) başlayan basın meslek yaşamı, sırasıyla Türk Haberler Ajansı (THA), Dünya Gazetesi, Rapor Gazetesi, Ekonomide Diyalog Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde gazeteci ve yönetici olarak sürüyor. Bu dönemde Ayşe Eyüboğlu ile yaklaşık 10 yıl sürecek bir evlilik yapıyor.

1983’te Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), 1988’de ise TÜSİAD tarafından “Yılın Gazetecisi” seçilecek kadar başarılı bir gazeteci oluyor. Her iki araştırması da kitap olarak basılıyor.

1989 da Moskova’ya Hürriyet Gazetesi’nin temsilcisi olarak yaptığı iş gezisine kendi talebi üzerine Abhazya seyahati eklendiğinde tüm hayatı değişiyor. Daha sonra Abhazya’nın kurucu devlet başkanı olacak olan Ardzınba ile yaptığı görüşmede Ardzınba’nın Abhazya’ya kalıcı olarak gelip görev almasını istemesi onu çok etkiliyor. Önceden planlanmış ABD’deki İngilizce öğrenme programı biter bitmez, hiç aklından çıkaramadığı bu çağrıya kulak verip Abhazya’ya dönüyor. 1991-1997 arasında Abhazya’da geçirdiği yıllar hayatında derin izler bırakıyor; 1996’ya kadar devlet başkanlığı, başbakanlık ve dışişleri bakanlığı bünyesinde ekonomi ve dış ilişkiler danışmanı olarak çalışıyor. Bu dönem yaşadıklarını birçok yazısında ve söyleşilerinde kendisi uzun uzun anlatıyor ve yazıyor. Abhazya savaşı sırasında kızı Daria dünyaya geliyor.

1997-1999 arası Kanal-E televizyonunun temsilcisi olarak Moskova’da bulunduktan sonra Türkiye’ye dönüyor. Birlikte kurduğumuz CSA Celebrity Speakers Konuşmacı Ajansının ortağı olarak yaşamını devam ettirip vefat ettiği tarihe kadar toplumsal konularda yazmaya ve proje üretmeye devam ediyor.

Benden onu anlatan bir yazı yazmam istendiğinde açıkçası biraz tereddüt ettim. Kendisi “özel” olduğunu düşündüğü hiçbir şeyi paylaşmayı sevmezdi ve “her bildiğini söylemen gerekmez” yaklaşımında olan bir sır küpüydü. 22 yıl boyunca günde 14-15 saat birlikte olmuş, hemen her şeyi beraber yapmış, projeler üretmiş, konuşup, tartışmış, birlikte mutfağa girip değişik yemek denemeleri yapmış, film izlemiş ya da yürüyüşe çıkmış, arkadaşlarımızla çokça vakit geçirmiştik. Ama dönüp geriye bakınca bana hiçbir zaman söylemediği bazı şeyler olduğunu görüyorum. Mesela savaş sırasında ve sonrasında Abhazya’da yaşanan olumsuzlukları hiç anlatmazdı. Amacı ne olursa olsun tüm savaşların kirli ve korkunç bir yüzü olduğunu, savaş sonrasında yaşanan paylaşım savaşlarının ise özellikle vatansever duygularla savaşa katılmış ya da savaşta eşini, dostunu, arkadaşını ya da akrabasını kaybetmiş kişiler için daha da acıtıcı olduğunu söylerdi sadece. Ya da Diasporadan Abhazya’ya dönüş yapmış bazı kişilerin orada yaşayan ‘çizgi dışı’ kişilerle birlikte bulaştığı yasadışı olaylardan, ölümlerden hiç bahsetmez, başka yerlerden duyduğum bilgileri sorduğumda üstü kapalı, kaçamak cevaplar verirdi.

Çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Herkesin derdini kendine dert edinirdi. Belki de bu kadar duygusal yükü vücudu taşıyamadı.

Her zaman çok okur ve araştırırdı. Bir yazıyı kaleme alması bazen günler, hatta haftalar sürerdi. Çalakalem yazı yazmak hiç ona göre değildi. Başlayıp yazdıklarını beğenmediği için bitirmediği onlarca yazısı vardı. Önünü arkasını düşünmeden konuşmaktan hiç hoşlanmazdı. Her yazacağı kelimeyi, söyleyeceği sözü çok dikkatle seçerdi. Buzdağının görünen yüzüne değil de altında ne olduğuna bakıp analizler yapmayı severdi. Öngörüleri çoğu kez o kadar doğru çıkardı ki, bazen bu “gelecek okumaları” beni hayretler içinde bırakırdı.

Onu çok kızdıran birine bile fevri tepki vermezdi. “Her şeyin yeri ve zamanı var” konusunda herkese örnek olacak kadar soğukkanlıydı. Ama “intikam soğuk yenen bir yemektir.” sözünü bana sık sık düşündürürdü. Yeri ve zamanı geldiğinde kimseye hak ettiği cevabı vermekten kaçınmazdı. Bazen bunun için uzun bir zaman geçmesi gerekse bile.

Çok vefalı bir insandı. Kendisine yapılan iyilikleri asla unutmazdı; neredeyse tüm çocukları siyasi nedenlerle sırayla devletle başı derde giren oğullarına sahip çıkan annesi Nebile Hanım’a ve ABD de yaşadığı halde elini ailesinin üzerinden hiç eksik etmeyen abisi Emin’e duyduğu sevgiyi ve minneti sık sık dile getirirdi.

Karizmatik kişiliği ve etkili söz söyleme becerisi onu hep toplumun önüne itse de aslında yalnızlığı severdi ve kişisel özgürlüğüne düşkündü.

Titiz, tertipli ve düzenli bir insan olduğu için, kaybetmekten korktuğum her şeyi ona emanet ederdim. Kalıplaşmış kurallara meydan okumayı severdi. Vasat olan hiçbir şeyden hoşlanmazdı. Yaratıcı ve farklı düşünürdü. Bazen hiç konuşmadan saatlerce müzik dinler, bazen hiç susmadan saatlerce konuşurdu.

Bazen haftalarca hiçbir şey yazmaz, bazen aynı anda birçok konuda yazı yazardı.

Şimdi düşünüyorum ve daha çok not almadığım, daha çok video kaydı yapmadığım için kendime çok kızıyorum. Önümüzde birlikte geçirilecek 15-20 yıl daha var zannetmenin yanılgısının yerini şimdi büyük bir pişmanlık aldı.

Şöyle yazdığını hatırlıyorum bir yazısında “Derler ki, en genç ölenler en uzun yaşayanlardır. Çünkü onlar eskitilmemiş sevgiler ve bitirilmemiş gülümsemeler bırakır geriye. Anıları silinmez olur, geride kalanların gönlünde taht kurarlar. Ölümsüz olurlar.”

Şimdi ben de (biz de) geçmişin anılarına sarılıp, bugün onu kaybettiğimiz gerçeğini kabul etmeye ve onun “gelecek” hayallerini ileriye taşımaya çalışıyorum (çalışacağız).


Kaynak: Kaffed