Anı
Loreena'yı Sevmek…
Ona ilk kez Ortaköy sahilinde rasladım. Doksanüçün kasımıydı. Güneşin, dışarda oturmaya davet edip sonra yüzüstü bıraktığı o yalancı yaz günlerinin bir öğleden sonrasıydı. Bir kafenin iskemlesinde, masamda soğumuş bir çay, elimde kendi kendini tüketen bir sigara, gelen-geçenin renkleri arasından Boğaz’ın turkuaz sularına dalmışken, arkamdan usulca seslendi. Bir meltem esintisi kadar hafif, ılık bir ses… Hiç üstüme alınmadım, kendi iç dünyamın dalgalarından öte birşey duyacak halim yoktu. Bir savaştan gelmiştim. Karadeniz’in öte yakasında, Abhazya’da, Sovyetler’in çöküşünden hemen sonra ateşlenen bir savaştan.
Ahra ve Sergey’in Türküsü...
Abhazya savaşında şehit olan iki genç müzisyen arkadaşın ve onları yıllardır unutmayan dostlarının öyküsü...
Abhazya’dan Nazım Geçti, İzi Kaldı Yadigar...
Evet Nazım, doğru gördün; burası canlar ülkesidir, cana can katan. Evet Nazım, doğru bildin; burası nica savaşlar, yıkımlar, sürgünler yaşamış kederli insanların yurdudur. Evet Nazım, doğru dedin; burası umutlu, dirençli koca yürekli insanların evidir. Ve burada daha nice kederler, nice umutlar ve nice direnişler devşirilir. Evet Nazım, burası Abhazya’dır. Gelip iz bıraktığın, izini yadigar bıraktığın...
Abhazya Gezisi - İzlenimler
sevgili dostlar, abhazya’ya bu kez üç adige dostumla beraber gittim; handan demiröz, osman ömür (eşi sunay abhazya’da iş yapıyor) ve betül şenyıldız (eskiden bizim şirkette çalışmış genç arkadaşımız). yanısıra, abhazya’ya yerleşmiş ve pitsunda’da motel işleten ali kucba’nın eşi handan ve iki oğlu da bizimle aynı uçakta abhazya’ya geldi. keyifli bir gezi oldu. istanbul-soçi arasında sadece thy sefer yapıyor, donavia kış nedeniyle ara vermiş. ucağımız atatürk havaalanı’ndan gece 12.15’de kalktı, soçi’ye (adler) bizim saatle 01:45 soçi saatiyle 03:45 gibi indik.
'Tanrı’nın Ülkesi'nde İşler Yolunda
Rüzgar uykudaydı, dalgalar uykuda. Şehir uykudaydı, insanlar uykuda. Ve balıklar, martılar, kediler uykudaydı. İçten bir gülüsemeyle selamladım sabahın sessizliğini. Tam yirmi yıl sonra aynı noktadan baktım “Tanrı’nın ülkesi”ne. Zamanın durduğu andı ve herşey yolundaydı...
Dudayev'i Hatırlamak
21 Nisan, Çeçenistan’ın efsanevi lideri Cahar Dudayev’in ölüm yıldönümüdür. Bundan onbeş yıl önce (1996’da), aracı başında telefonla konuşurken yeri tespit edilmiş ve bir Rus savaş uçağı tarafından güdümlü füzeyle vurulmuştu… Merak ettim, Çeçenler ve diğer Kafkasyalılar Dudayev’ı hatırlayıp anıyor mu diye, 21 Nisan öncesi ve sonrası bir hafta boyunca ulaşabildiğim tüm internet mecralarına (mail grupları, web siteleri, facebook sayfaları vs.) bakındım; Çeçenistan’daki bugünkü yönetim ve muhalif gruplar da dahil olmak üzere, hem anavatanda hem diyasporada Dudayev’in ölüm yıldönümüyle ilgili çok az söz, yazı ve etkinlik görebildim.
İklim'den Lian'a Yolculuk (2)
İkinci bölüme başlamadan önce, bu anlatının amacının başkasını teşhir etmek ya da başkasının sırrını ifşa etmek olmadığını belirtmek isterim. Zira sözkonusu kişi zaten memleket medyasına defalarca malolacak kadar meşhur biridir, bahsi geçen olaylar ise birçok kişinin tanıklığında yaşanmış ve pekçok kişinin dillendirmesiyle yeterince toplumsallaşmıştır. Ayrıca, anlatıda zikredilen isimler gerçek değildir, sözkonusu kişi tarafından türetilmiş ve kullanılmış müstear isimlerdir. Sonuç olarak yazdıklarım başkasını değil olsa olsa kendi kendimi teşhir mahiyetindedir. Kendi kendimi tekmili birden teşhir ederek, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala kulaktan dolma bilgilerle beni karalamaya çırpınan ‘irfan sahibi zevat’a gani gani kına vermiş oluyorum.
İklim'den Lian'a Yolculuk (1)
‘Koca kulak çetesi’nin dinlemeleri medyaya sızıp ‘İklim skandalı’ patlamasaydı, Fatih Altaylı ‘İklim’i Haber Türk’e çıkarıp uzun uzun konuşturmasaydı ve İsmet Berkan Hürriyet’te ‘İklim’in ‘Lian’a benzerliğini yazıp tuz biber ekmeseydi ben de küllenmiş anıların üstüne yatmaya devam edecektim. Ama ne fayda, hepsi üst üste geldi, ‘cin şişeden çıktı’, eski anılar acı bir tebessüm eşliğinde ortalığa saçıldı. Kaçış yok. Benim için epeyce zor olsa da, bu evvel zaman yolculuğunu artık yapmalıyım… …
Moskova'da Ölmek
17 Şubat (1999), Birgül’ün veda yıldönümüydü. En küçük kızı Ceren, güzel bir fotoğrafını facebook üzerinden önümüze koyup hatırlamamızı sağladı. Fotoğraf tam da onun doğal bakışını yansıtıyor; samimi, müstehzi, muzip bir gülümseme. Oniki yıl geçmiş. Fotoğrafa bakınca, daha dün ‘ne olacak bu dünyanın hali’ üzerine sohbet etmişiz hissine kapıldım, oniki yıl uçuvermişti sanki. Zamanı geri sardım; Birgül, Moskova’da kaybettiğim ikinci arkadaşımdı… Birgül Şahin Moskova’da dört kafadardık, biri Avar üçü Abhaz; Mümtaz (Demiröz), Olcay (Özdemir), Birgül (Şahin) ve ben… En kıdemlimiz Olcay’dı (Avar olan), diğer üçümüz Abhazya’daki savaşın (1992-93) girdabında debelenirken, o çoktan Moskova’nın yolunu tutmuş ve iş-güç tezgahını kurmuştu.
Kazım Taymaz'a Saygı
Hayat böyledir, çare yok; herkes sırası geldiğinde sonsuzluğa akıp gider. Sonsuzluk çağrısı kimine gencecikken ulaşır (isyan ederiz), kimine uzun bir yaşam bahşeder (minnet ederiz). Belki aslolan, hayatı yaşarken kaç yürek ısıttığımızdır ve kaç bakış sevindirdiğimiz… Kazım Taymaz, hem uzun bir hayat sürdü hem çok yüreğe dokunup çok kişiyi sevirdirdi. Hem de çok çok. Bize, ona imrenmek ve saygı duymak düşer. Adını ve onyıllardır yoksunluğa meydan okuyuşunu, köy köy dolaşıp binlerce yoksul çocuğun okumasını ve hayata tutunmasını sağlayan insanüstü çabalarını hep duymuşumdur.
Herkesin 12 Eylül'ü Kendine (3)
Biliyorum, bu başlık altındaki yazı epey uzadı. Yine de, kimi okuyucuların merakına binaen son bölümü yazmakla yükümlüyüm. Sıkılanlar pas geçsin, alınmam… Bir önceki bölümde Hasdal maceralarını anlatmış, Harbiye’deki Askeri Müze’nin zeminine doğru yola çıktığımı belirtmiştim. Akşamüzeri nizamiye kapısını geçip avluya girdik. Darbenin yapıldığı tarihten beri hemen hemen dokuz ay geşmiş olmasına rağmen getirilenlerin-götürülenlerin yoğun trafiği şaşırtıcıydı. Nakil assubayı kapıya gitti, dönüşü 45 dakikadan fazla sürdü, “buranın müşterisi çok, zar-zor kabul ettiler” dedi.
Herkesin 12 Eylül'ü Kendine (2)
Bir önceki yazımı, 12 Eylül askeri darbesinin ardından başlayan kaç-kovala serüveni sonunda 2 Şubat (1981) akşamı derdest edildiğimi belirtmiş, Hasdal- Harbiye-Gayrettepe-Selimiye hattında sürecek 4,5 aylık bir mahpusluğa yol aldığımı söylemiştim. Şişli emniyet binasındaki toplama merkezinde dahil edildiğim kalabalığın içinden üç kişiyi yakından tanıyordum; Hüseyin Baş, gazeteci-yazar, Barış Derneği’nden; Mehmet Akan, tiyatrocu, Dostlar Tiyatrosu kurucusu ve koreografı, Tiyatro Sanatçıları Derneği’nden; Metin Deniz, ressam-sahne tasarımcısı, Plastik Sanatçıları Derneği’nden. Üçü de TİP çizgisinden. Merhabalaştık.
Herkesin 12 Eylül'ü Kendine (1)
Toplumsal hafızamız kıttır ya, otuz yıl önce üzerimizden silindir gibi geçen 12 Eylül’ü bile hükümet zoruyla hatırlıyoruz. Gündemdeki referandum, hiç değilse bu işe yaradı. Yaşı, aklı ve alakası erenler otuz yıl sonra, otuz yıl öncesinin bu kara tarihini tozlu raflardan indirip yeniden okumaya ve bilinç aynalarından gördükleri kadarıyla 12 Eylül’ü yeniden tanımlamaya başladı. Ne ala!.. Aradan otuz yıl geçmesine rağmen 12 Eylül’ü anlamada hala iki temel farklı bakış sözkonusudur. İlki, askeri müdahaleyi memleketin içine sürüklendiği kaos, kargaşa ve çatışma ortamının sonucu olduğunu söyler, kabullenir ve destekler.
Türkiye'de Yaşamanın Narkodinamiği Üzerine 'Dada' Necdet Hatam'a Açık Mektup
Sevgili dostum, muhterem büyüğüm Necdet Hatam. Nicedir Maykop’tan esip gürlersin, diyasporada demirlemiş halimize. Sorgularsın, azarlarsın dönüş yolunu tutmayan bizleri. Yurtseverliğimizi imtihan edersin yüksek perdeden. Kızarsın bize, öfkelenirsin. Ne etsek ne eylesek kurtulamayız dilinden. Israrla ve giderek sertleşen bir üslupla Türkiye’deki düzenimizi ve dengemizi sarsmak için uğraşırsın. Bilirim uzun yıllar uzaksın Türkiye’den ve bu yüzden bu güzide ülkenin kronik kaotik yapısının hepimizin üzerinde nasıl da ağır bir narkotik etki yarattığını unutmuş gibisin.
Mızrak Çuvala Sığmayınca
Gunda Demiröz’ün Abhazya Cumhuriyeti Geriye Dönüş Devlet Komitesi Başkanı Anzor Mukba’ya açık mektubu, Abhazya’da artık mızrağın çuvala sığmadığını ortaya koyuyor. Gunda, çeşitli internet mecralarında yayınlanan mektubunda, (rahmetli) babası Mümtaz Demiröz’ün Sohum’da parasını ödeyerek satın aldığı evin bizzat Anzor Mukba tarafından (kardeşi için) gaspedildiğini yazıyor. İç acıtan bir mektup, can sıkan bir gerçek… Kimse başkasının malını-mülkünü gaspetme hakkına sahip değildir. Hele hele, görevi diyasporadan Abhazya’ya geri dönüşü sağlamak ve dönüşçülerin haklarını korumak olan bir kurumun başındaki kişinin, yetki gücünü de kullanarak bunu yapması kabul edilemez, affedilemez.
Eleni Gitti, Bakışı Bende Kaldı: Abhazya'daki Greklerin Dönüş Öyküsü
Neredeyse yirmi yıldır bir fotoğraf dolaşır benimle, siyah-beyaz bir sadakatla nereye gitsem peşimde. Bıkmadan, bıktırmadan… Biraz boynu büküktür. Çocuksu, masum bir yüz. Sanki bir tutam sitem serpmiş müebbet hüznüne. Yine de kıyamaz sanki, helal eden minik bir gülümseyişle selamlar, kocaman zeytin gözleri. Sevgiyle, tutkuyla bakar. Sarıp sarmalar beni. Bu, Eleni’nin fotoğrafıdır. Nereye gitsem benimle… … 1992’nin 1 Haziran sabahı, henüz güneş uykudayken, ince bir sisin sessizliğinde sahil boyu yürümüştük, Sohum limanına.
Ardzınba'yı Uğurlarken
VLADİSLAV ARDZINBA, 1945-2010 4 Mart (2010) sabahı, Vladislav G. Ardzınba’nın öldüğü haberi ile uyandığımda güçlü bir zembereğin harekete geçirdiği mekanik misali giyindim, dışarı çıktım, Anadoluhisarı’nın Göksu-Küçüksu derelerinin Boğaz’a ulaştığı yayda voltalamaya başladım. Küçüksu Kasrı kenarından gözlerimi denizin, düşüncelerimi zamanın akışına bıraktım. Bir sigara tellendirip efkarımı Velimir Hlebnikov’un dizeleriyle üfledim; Yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibi Ebediyyete akıp gözden kayboluyorlar Kâinatın esnek aynasında. Yıldızlar balık ağı, balıksa bizler Tanrılar, karanlıktaki hayaletlerdir.
Sezai'nin Karnavalı Hakkında
Sevgili Dostlar, Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun daveti ile Abhazya gezimize katılan Sabah gazetesi yazarı Muharrem Sarıkaya’nın Abhazya izlenimlerini aktardığı yazılarının sonuncusu “Sezai’nin karnavalı” başlığı ile pazar günü yayınlanmış (aşağıdaki link’ten okuyabilirsiniz). İtiraf edeyim ki, o günkü gazeteyi okumuş (!) olmama rağmen, sevgili dostum Nail Çakırhan’ın ölümü ile ilgili haber ve yorumlara konsantre olduğum için, Sarıkaya’nın sütünunu pas geçmişim; gruba düşen mail üzerine yazıyı şimdi okudum…. Bazı düzeltmelerim ve tamamlamalarım olacak… Önce, Nail Çakırhan’a dair birkaç söz etmeliyim.
Gülüşüm, Bakışım, Umudum Size
Mümtaz Demiröz (Aşamba), bize, kahraman olmayan kahramanlığını, milliyetçi olmayan milliyetçiliğini, sıcak gülüşünü, muzip bakışını ve tükenmek bilmeyen umudunu bırakıp veda etti.
Khibla'ya Güzelleme
1991’in 21 Mayısı’ydı. Abhazya’nın başkenti Sohum’un eski limanını dolduran binlerce insan, Kafkasya’dan büyük sürgünün 127’nci hüzün yılını anıyordu. Gün batmış, ellerde yanan binlerce mumun yansısı denizde oynaşıyordu. Ve herkesin gözü Karadeniz’in karanlığına asılıydı. Kalabalığın bir adım önünde, denizle karanın kesiştiği yerde, çakıltaşlarının üzerinde bir kız hüzünlü bir şarkı-bir ağıt- söylüyordu. Sesi, yüzyıllık bir şavaşın ve trajik bir sürgünün tüm acısını yüklenmiş gibiydi. Ayakları çıplaktı. Başında siyah bir tül vardı. Adı Khibla idi.