Yüzleşme
2010-11-02
Türkiye çok karmaşık ve sancılı bir değişim-dönüşüm süreçinden geçiyor. Hepimiz olup biteni anlamaya ve anlamlandırmaya çabalıyoruz. Kimimize göre otoriter devlet yapısından demokratik devlet yapısına geçiliyor (huraa), kimimize göre ise milliyetçi oteriterliğin yerini muhafazakar otoriterlik alıyor (yuhaa)… Bir diğer önemli tartışma noktası da, sözkonusu değişim- dönüşümün iç dinamiklerle mi yoksa dış yönlendirilmelerle mi gerçekleştiği. Yani, kendi kendimizi mi dizayn ediyoruz yoksa dışardan mı dizayn ediliyoruz…
Kim neyi nasıl yorumlarsa yorumlasın, sonuçta tabuların yıkıldığı ve kutsalların sıradanlaştığı bir dönem yaşanıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek Türkiye’nin ana omurgasını oluşturan ve kaderine hükmeden Türk- Sünni bileşeni, Kürtlerin ve Alevilerin yükselen talepleriyle sarsılıyor. Düne kadar tartışılması teklif dahi edilemez denilen, tek dil-tek din-tek millet esasına dayalı ulus-devlet modeli bugün açıkça sorgulanıyor. Yanısıra, vesayet rejiminin armadaları sayılan silahlı kuvvetler ve yüksek yargı yeniden biçimleniyor. Bunlar demokratikleşmenin alametleri sayılıyor.
Ancak direnç de tam burada ortaya çıkıyor ve ulus-devlet yerine ümmet- devlete, apoletli vesayet yerine cüppeli vesayete, yargı sultası yerine sultanın yargısına heveslenildiği korkusu kendini gösteriyor. Dönüşümü sağlayan güçün nereye yöneleceğinin ve nerede duracağının bilinmezliği endişe yaratıyor.
Evet, bu sancılı bir değişim-dönüşüm süreci. Gerilimi yüksek, kutuplaşmaları keskin ve riskli. Türkiye hep bu keskinliği yaşadı, yaşıyor. 1980’lere kadar kutuplaşma genelde sağ ve sol arasındaydı, giderek milliyetçilik ve din eksenlerine kaydı. Bugün asıl mücadelenin safları Sünni muhafazakarlıkla Türk milliyetçiliği olsa da, Kürtler ve Aleviler de kendi bloklarını oluşturdular. Çok kutuplu, çok boyutlu büyük bir dalgalanma yaşanıyor.
Diğer farklı etnik, dinsel, kültürel, sosyal ve siyasal gruplar da bu dalgalanmada batmadan yol alma çabasında. Kürtler ve Aleviler kadar güçlü olmayan diğer gruplar için bu büyük siyasal yeniden yapılanma karşısında pozisyon belirlemek çok kolay olmuyor. Çünkü olası bir yanlış hesabın maliyetinden çekiniliyor. Ancak sörf yapmanın kuralı budur. Dalgalar hem risktir hem fırsat. Risk almadan yol alınmıyor…
. . .
Çekinenlerden ve pozisyon alamayanlardan biri de biziz. Biz Çerkesler…
Elbette bireysel yönelişler geliştirebiliyoruz, ancak bunu kolektif bir tercihe-talebe yükseltemiyoruz. Bunda, ürkekliğimiz kadar onyıllardır içimize işleyen Türk-Sünni ana bileşeninden ve bunun oluşturduğu ideolojik konseptten kendimizi kurtaramıyor olmamızın da etkisi var. Bugüne dek, kendi toplumsal bakışımızı ve tavrımızı oluşturacak kadar bu ana bileşenden bağımsızlaşmayı başaramadık.
Kendi içinde ayrışmada ve birbirinden uzaklaşmada mahir olan bizler bakımından asıl ve tarihi sınav, kendi geleceği için talebi, hedefi, beklentisi ve umudu olan bir etnisite olmayı becerip beceremeyeceğimizdir.
Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor. Demokrasinin sınırları genişliyor. On yıl öncesinin sloganı farkılıklara hoşgörüydü (diğer değişle katlanma), artık bir üst tanıma geçildi; farklılıkların eşitliği. Yine on yıl önce kolektif kültürel haklardan sözediliyordu, şimdi bir üst tanıma geçildi; kolektif siyasal haklar…
Evet, demokratik haklar sürekli gelişiyor. Ama biz, on yıl öncesinin sınırlarını bile içselleştiremedik. Haklarımıza sahip çıkmada çok geride kalıyoruz, çok… O yüzden herkese ‘açılım’ dağıtılırken bize mavi boncuk bile düşmedi. Çünkü kimse varlığımızı hatırlamadı.
Neden hatırlanmadık? Çünkü, talebimiz yok. Bugüne kadar karnımızdan konuşarak, varmışız gibi yokmuşuz gibi davranarak durumu idare etmeye çalıştık. Bu halimizle hep Türkiye’yi yönetenler için ‘cepte keklik’ sayıldık. Artık bunu sürdüremeyiz.
Kendimizle yüzleşmeliyiz. Kendimize ne kadar saygı duyduğumuzu tartmalı, kimliğimizi, kültürümüzü, dilimizi ne kadar önemsediğimizi ölçmeliyiz.
Cevabını aramamız gereken en büyük soru şudur: varolmayı istiyor muyuz?…
Bu zor bir sorudur, hem de çok zor. Cevabını vermek için kafa patlatmalıyız. Bu soruya hiçbirimiz tek başına cevap bulamaz, biraraya gelip ortak aklı oluşturmalıyız. Dahası, ortak iradeyi oluşturmalıyız. Bulacağımız cevap taleplerimizin marjını, irademiz ise geleceğimizi belirleyecek.
Var mıyız?..