Çerkesler Kimlikleriyle Hep Didişecek
2007-12-16
Ajans Kafkas’ın düşünce turuna konuk olan Demokratik Çerkes Platformu sözcüsü Sezai Babakuş, Çerkeslerin kimlik arayışındaki bunalıma dikkat çekerken gerek etnik, siyasal ve dinsel tanımlamalar gerekse diasporada dayatılan etiketler nedeniyle ‘ben Çerkes’in’ derken hep kimlikleriyle didişme içinde yaşayacağını söylüyor.
Babakuş’un Kafkasya’nın da etnik tanım olamayacağına dair itirazları var… İşte Babakuş’la düşünce turu…
BİRİNCİ BÖLÜM: KİMLİK
Sizi kendi ağzınızdan tanıyabilir miyiz?
Apsuwa’yım. Hendek doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimden sonra gazetecilik okudum. O zamanlar İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne bağlı bir gazetecilik bölümü vardı, onu bitirdim. Okulla birlikte fiilen gazetecilik yapmaya başladım. Türk Haberler Ajansı, ANKA gibi çeşitli haber ajanslarında, daha sonra günlük gazetelerde çalıştım. En son 1990’da Hürriyet gazetesinin ekonomi editörüyken işi bıraktım ve Abhazya’ya gittim. Bu benim için ikinci hayat oldu bir anlamda. Böylece anavatan diye ifade edilen Kafkasya’yı tanımak, oranın gerçek durumunu gözlemlemek, benim için bir fırsat oldu. Altı yıl kesintisiz, zaman zaman Türkiye’ye gelmekle birlikte Abhazya’da yaşadım. Şu an Türkiye’de, İstanbul’dayım. CSA adını verdiğimiz uluslararası bir konuşmacı bürosunun temsilciliğini üstlenen şirketimiz ve yayıncılık yapan bölümümüzle iş hayatına devam ediyor. Günlük iş hayatı, zaman zaman insanı bloke eden, vaktini ve enerjisini alan bir tempoda olduğundan, bazen meselelerin biraz kıyısında kalabiliyoruz. Bunların haricinde Kafkasya ile ilgili, kendi kimliğimizle ilgili çalışmalara katılabildiğim ölçüde katılıyorum. Kendimi böyle tanıtabilirim.
Kimlikten bahsettiniz. Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz, kişisel aidiyetinizi nasıl görüyorsunuz? Ve sizce Kafkasyalı dediğimiz insanlar kendilerini nasıl tanımlamalı, kimliklerini ne üzerine kurmalıdır?
Şimdi tabii bu zor bir soru. Dün Abhaz Derneği’nde genel kurulumuz yapıldı. Orada bir konuşma oldu, özellikle bu kimlik konusunda… Aslında biz Türkiye’de galiba çift kimlikli insanlarız, bireyleriz. Yaşadığımız ülkenin kendi hakim kimlik tanımı içinde bulunan, biz istesek de istemesek de, bir Türk kimliğimiz var. Şimdi Türklük kimliği bir üst kimlik midir, yoksa etnik kimliği mi ifade ediyor gibi tartışmaların dışında söylüyorum bunu. Bizim kuşağa kadar herkes, okula gidiyorsa okulunda, özel hayatında, iş hayatında, yoğun bir kimlik bombardımanıyla karşı karşıya; dolayısıyla ondan kendinizi kolayca sıyırmanız mümkün değil. Bazen yazışmalarda söylenir ya, ben Adigeyim, Abhazım, Çeçenim, bu kimliğim önemlidir diye… Çeşitli platformlarda yazılan bu şeyler bir taraftan aslında tam doğruyu ifade etmiyor o anlamda. Çünkü diğer kimlikten sıyrılma çok mümkün olmuyor. Dediğim gibi yıllarca süren bir oluşum. İkinci kimliğimiz tabii etnik kimliğimizden kaynaklanan, biraz da birey olarak o kültürün havasını solumuş isek, kırsal kesimde doğmuş ve hiç değilse çocukluğumuzu oralarda geçirmiş isek, o da paralel olarak devam edegelen bir kimlik. Bir de bu kimliklerin birbiriyle örtüştüğü, birbiriyle çelişmediği dönemler oluyor. Siz hem Çerkes olarak, hem Türk kimliğimizle uzlaşarak hayatınızı sürdürebilirsiniz; eğer bir çelişki noktası sizi rahatsız etmiyorsa. Ama bazen dayatmalar oluyor, ya da bazı olaylar oluyor, o zaman bu iki kimliğiniz arasında birbiriyle didişme ortaya çıkıyor. Mesela bizim açımızdan, Abhazlar açısından, Abhazya konusunda Türkiye’nin politik tavrı bizde kimlik didişmesini, bu kimlik travmasını ortaya çıkarmıştır. Onun çelişkileri halen yaşanmakta. Muhtemelen bundan sonra da yaşanacak. Tabii Türkiye’de yaşayan Çerkesler açısından kimliği tanımlayan, etnik kimliğin üstünde bir de dini kimlik dediğimiz şey var. Birey olarak beni çok etkilemiyor olabilir ama nihayetinde toplumu etkileyen bir kimliktir bu da. Nihayetinde Türkiye’de şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Türk vatandaşı olmamız vasfıyla din kimliğimiz, bir de etnik kimliğimiz. Üç farklı kimlik… Bu arada başka bir yığın kimlik de bunların etrafını oluşturabilir. Bir ideolojiniz ya da bir siyasi inancınız vardır, ondan dolayı gelen bir kimlik vardır, çevreyle ilgili duyarlılıklarınız vardır, başka bir kimlik vardır. Benzer şekilde insanı oluşturan diğer detay kimlikleri geçerek söylüyorum. Bu üç büyük kimlik konusunda bugün ve gelecekte, Türkiye’de yaşayan Çerkesler gerçekten hep böyle kendi kimlikleriyle didişerek hayatlarını sürdürecekler. Birinden birini mutlak tercih etmek çok kolay olmayacaktır. Bu dayatılırsa, hangisini seçeceğini ya da kesimler arasında eğilimlerin nasıl olacağını kestirmek çok mümkün değil. Bana sorarsanız ben kendimi Apsuwa olarak tanımlıyorum. Çünkü dilini biliyorum, Abhazya’da o kadar süre yaşadım, orayla yeniden özdeşleştim. Ve burada, etrafımda society dediğim yakın çevrem, iş hayatı dışında özel hayatım Apsuwalarla, Adigelerle iç içe geçmiş. Dolayısıyla şöyle bir şey yapmam mümkün değil: Yüzde elli o tarafta mı hissediyorum, bu tarafta mı hissediyorum gibi ayrım yok. Çünkü bazen durumlar onu gösteriyor, bazen Çerkes-Apsuwa kimliği ağır basıyor bende, bazen Türkiyelilik kimliği ağır basıyor, bazen de bu dünyanın bir vatandaşı olma… Çünkü dünyanın çeşitli bölgelerinde olan bir yığın dertle de haşır neşirseniz, kimliğiniz Türkiye’nin sınırlarını da aşabilir
Bu parçalanmış kimlik de sorunlu bir durum oluşturuyor. Bir ikilem ortaya çıkıyor. Okulda başka bir kimlik, özel hayatta başka bir kimlik, köyüne gidince başka bir kimlik var… Kişi illa bir tercih yapmak zorunda değil herhalde. Bunları birleştiremez mi?
Bugün değil ama bazen bu ayrışmayla karşı karşıya kalınabilir. Dediğim gibi, vatandaşı olduğumuz devletin bize yüklediği kimlikle, o devletin bizim ilintili olduğumuz Kafkasya’ya yönelik politikaları konusunda bir çatışma ortaya çıkabilir. Mesela Abhazlar açısından bu çatışma ortaya çıkmıştır. Çünkü Türkiye resmi olarak ve pratik olarak Gürcistan-Abhazya probleminde doğrudan Gürcistan’ın yanında yer almıştır, halen de yer almaktadır. En son (Devlet Başkanı Sergey) Bagapş’ın gelişinin engellenmesi Gürcistan’ın telkin ve lobisiyle sağlanmış bir sonuçtur. Bu konudaki sorun, Türkiyelilik kimliğini zaafa uğratan, bizi kızdıran bir durum olabilir. O açıdan dalgalanabilir bir şey bu. Bazen bu taraftaki durumunuz farklılaşabilir. Mesela Türkiye’nin kendi ekonomik, politik, sosyal, bütünsel problemlerini yaşadığınız için burada, bunlar o kadar baskın olur ki diğer kimliğinizin alanı biraz sınırlanabilir; o arada da Çerkes kimliği ve Kafkasyalılık meselesiyle ile ilgili gelişmeler biraz rölantideyse… Aslında bir jel düşünelim. Bu kimlikler üzerinde akışkan şey. Bazen birinin payı biraz azalabilir, diğerinin kapsamı genişleyebilir. Bazen tersi olabilir. Bu sıcak gelişmeler bir taraftaki kimliğimizi ön plana çıkarabilir.
Dini kimlik, siyasi kimlik, etnik kimlik dediniz. Burada etnik kimliğin etnik olarak kalması da bir eksiklik değil midir? Mesela bunun üzerinde, bunu dikkate alarak bir siyasi kimlik oluşturulamaz mı? Kafkasyalılık tanımı var mesela. Ama siz bir yazınızda bu tanımın etnik kimlikleri ötelemek için ortaya atıldığını söylüyorsunuz…
Ben coğrafi tanımların bir halkı, bir toplumu gerçekte tanımlayan bir şey olduğuna inanmıyorum. Balkanlar derseniz, Balkanlar’da oturan çeşitli halklardır, bir örtü kimliktir bu. Oysa gördük ki Balkanlık diye bir şey yokmuş. Bosnalılar varmış, Sırplar varmış vs. Kafkasyalılık meselesi de öyle. Birbiriyle çelişmesi şart değildir. Buradaki genel tanım, Kafkasya bir blok olarak, nihayetinde coğrafi bir tanımdır. Bir halkın adı ya da kimliğini işaretleyen bir şey değildir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu genel korku, Türklük üzerine özellikle Kürtlerle ilgili gelişmeler dikkate alındığında bizim toplumda Kafkasyalılık meselesi aynı zamanda Türklükle çelişmeyecek bir kimlik tanımı olarak ortaya çıkmıştır. Ama derseniz ki Abazalar ya da Abhazlar, Adıgeler, Çeçenler, Osetler derseniz, o zaman Türk kimliğiyle siyaseten çelişen bir durum vardır. Çünkü Türkiye’de hakim ideoloji şimdiye kadar ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür’ söylemi üzerine kurulmuştur. Zaten çatlama Kürtlerin kendi kimlikleri için canhıraş bir mücadele içine girmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. Kendimizi nasıl tanımlayacağız soruları… Kürt meselesi bizim dışımızdadır. Doğrudur, yanlıştır, şudur, budur, o kendi meseleleri. Ama bizim açımızdan bizim kimliğimizi tanımlama açısından halklara vurgu yapmamız lazım. Daha önce Kafkas Federasyonu Genel Kurulu’nda da söylemiştim, bu derneklerin üye profili yüzde doksan dokuz Adige ve Abhazlardan oluşuyorsa bizim buna Adige ve Abhaz Dernekleri Federasyonu dememiz lazım. Yani kimliğimizi ortaya koyacak, ifade edecek bir tanım ortaya çıkarmak lazım. Kafkasyalılık, bir tatlı su tanımıdır Türkiye’de, şimdiye kadar böyle olmuştur ve bundan sonra da muhtemelen bu minval üzere gidecektir. Buna Kafkas Türkleri de diyebiliyorsunuz… Kafkasyalılık bir siyasi tanım değil. Kendi kimliğini koyduğun zaman siyasi tanımdır. Bir de dünyada Kafkasyalı dendiği zaman hiç bizim anladığımız şey anlaşılmıyor. Biz ona bir de Kuzey Kafkasya diye bir tanım koymuşuz ama Kafkasya dendiği zaman Ermeniler, Azeriler, Gürcüler bilmem ne anlaşılıyor. Yani coğrafi bir tanım olarak da öyle anlaşılıyor. Peki bu hiç kullanılmasın mı? Öyle bir düşüncem yok ama bizim kimliğimizi pekiştirmek üzerine bir derdimiz var ise o zaman kendi halkımızın adını öne çıkarmalıyız. Mikro milliyetçilik falan deniyor… Ne alakası var? Kendi kimliğini koruyorsun. Dolayısıyla burada bir anlaşma noktası sıkıntımız ortaya çıkıyor kimliğimizi tarif ederken ve tanımlarken. Siyasi olarak ben nihayetinde bizim en kırsal yerdeki derneğimiz için de bunu söylüyorum, metropoldeki derneğimiz için de bunu söylüyorum, faaliyeti sadece folklor olan için de söylüyorum: Bütün bunlar siyasi faaliyettir. Hani aman siyasete bulaşmayalım korkusuna karşılık bunu söylüyorum; kendi kültürüne sahip çabası son derece siyasi bir faaliyettir. Bundan dolayı da korkmamak gerekir, doğru yapıyorum diyebilmek gerekir. Bizde kimlik karmaşası, demin söylediğimiz bu üç kimlikten müteşekkil bu karmaşa, bizi zorlayan, strese sokan bir şey. Ama Türkiye’de yaşayan Çerkesler açısından en zayıf kimlik ayağı etnik kimliktir.
Bunu biraz güçlendirebilirse kendisi için politikalar üretip bunu güçlendirebilirse, o zaman çok daha derli toplu ve tarihten bu yana devredilmiş olan bir takım karakterlerin ve özel renklerin sesini sürdürebilmiş olur. Bizi ayırt eden Türkiye‘de hiçbir kıyafetimiz yok, farklı bir motifimiz yok, farklı bir sembolümüz yok. Sadece folklorumuzda tanımlanan ekip oyunlarımız var. Kafkasya üzerine Yeşilçam’ın ‘Kafkas Türkleri’ diye filmleri vardır. Biz kendimize Çerkes diyoruz ama Türkiye’de hakim kültür ve ideoloji bizi nasıl tanımlıyor, ona hiç bakmıyoruz. Hakim kültür ve ideoloji Kafkas Türkleri diye bakıyor. Abhazya meselesiyle ilgili dışişlerinde, başbakanlıkta, orduda şurada burada çeşitli temaslarımız oldu. “Oradaki Türkler” diye biliyorlar. Türk değil kardeşim oradakiler, başka bir şey! Bu tonda değil ama bunu söylemeye çalıştığın zaman anlamıyorlar. Çünkü şimdiye kadar bakış bir blok olarak öyle oluşmuş. Onun üzerine kendi kimliğini inşa etme imkanı yok diye algılıyorum ben.
Son seçimlerde Demokratik Çerkes Platformu, Çerkes kimliğiyle siyasete girdi. Bu yönde atılan bir adım mı bu?
Çerkes Platformu 99’da siyasi iletişim platformu olarak oluşturulmuş bir proje. Bilhassa Çerkes kimliğini kullanalım istedik. Çünkü hiçbir derneğimizde bu tanım yapılmıyordu. Sonra yavaş yavaş bu çabalar üzerine Bağlarbaşı Derneği, diğer dernekler falan Çerkes tanımını kullanmaya başladılar. Gördüler ki bunda çok da ürkülecek, korkulacak bir taraf yok… Çerkes kimliği son derece siyasi kimliktir. Bu kullanılmaya başlandı. Bunu pekiştirmek gerekir diye düşünüyorum halen. Hatta Çerkes kimliğine yavaş yavaş Adige, Abhaz vs.. bu atıfları da yapmamız lazım. Kimlik dediğimiz böyle bir şey. Yoksa bir örtü, bir büyük ambalaj içinde farklı farklı özellikleri bir araya getirip sunmaya çalışmanız kimlik pekiştirici bir şey değil bence.
DÇP olarak anadilde eğitim konusunda bazı girişimleriniz olmuştu. George Hewitt’i getirmeyi planlıyordunuz… Girişimlerinizden sonuç alabildiniz mi?
Tabii Türkiye kendi içinde de değişim sancıları yaşıyor. Bir taraftan demokrasi sancısı yaşıyor, insan haklarına dair nasıl bir bakış sergilemek lazım, onun sancısını yaşıyor… Güneydoğu’daki kırılmadan dolayı bazen Türkiye’yi topyekun yeniden korkular sarıyor, biraz totaliter rejim istekleri, çığlıkları ortaya çıkıyor… Böyle karmaşık, zor bir dönemden geçiyor Türkiye. O açıdan, benim doğrum budur diye yola çıktığınızda bu dinamikler, bu hızlı gelişmeler sizi bugün yaptığınız doğru tahlilini üç ay sonra, beş ay sonra hatta bir gün sonra değiştirebiliyor. Çünkü böyle kayganlıklar taşıyan, farklı dinamikler taşıyan, kendi içinde ve dışında çok fazla gerçekleri iç içe geçen bir şey. Fakat şöyleydi bizim bakış açımız, ve bunun devam etmesini isteriz: Avrupa Birliği ile entegrasyon süreci Türkiye’de kültürel haklar konusunda da bize soluk aldırıcı yasal düzenlemeler getirecek. Onda tabii talepkar olmamız ve zorlamamız lazım. Bu bizim kalkış noktamız. Kimliğimizi pekiştirme fırsatı diye yorumladığımız şey buydu. Bu aslında bir bütün olarak devam ediyor. Zaman zaman sekteye uğruyor ama bütünsel olarak devam eden bir doğru gibi geliyor bana. Anadil, kimliği oluşturan en önemli çimentolardan bir tanesi. Bu konuda yeniden bir heyecan yaratabilmek önemli diye bakıyoruz. Nihayetinde ufak tefek kıpırtılar da ortaya çıktı. Ama pratik olarak toplum yeniden kendi anadilini öğrenmek konusunda ne kadar istekli, ne kadar istek uyandırılabilir; o da ayrı bir soru. Şimdi deniyor ya, Kürt dil okulları açıldı, herkes hurra gitti başlangıçta, şimdiyse üç öğrenci bir araya getiremiyor. Aynı şey bizim açımızdan da geçerli herhalde. Toplumun öyle bir talebi olur mu? Nihayetinde yapacağınız her şey toplumun talebiyle ilgili. Yoksa siz ortada kalıyorsunuz. Çok iyi bir projenizin olması bir şey ifade etmiyor. Toplumun bütünü, o sizin çok iyi dediğiniz projeye yaklaşacak adımlar atma isteğinde mi, öyle bir talebi var mı; bu önemli. Biz böyle karınca kararınca diyebileceğimiz ufak tefek projeler üretmeye çalıştık. Mesela Kız Kulesi’nde sürgünü hatırlama toplantısı… Hep Kefken’e gidiliyor, kamuoyundan uzak, kamu alanından uzak, kendi başımıza, derneklerimizde bir şey hatırlamaya çalışıyoruz. Biraz İstanbul’un merkezinde bir yerde, yüz kişi bir araya gelsin, ben sürgün bir halkım, onu hatırlıyorum, desin; o zaman anlamlı olur diye düşündük. Sonra federasyona devrettik. Anadil konusunda da öyle. Onda da bir çabamız, girişimimiz oldu, ufaktan bir öncülük görevi üstlendik. Nihayetinde o da artık dernekler tarafından sahiplenilip devam ettirilmesi gereken bir şey. Ama görüyorsunuz derneklerdeki durumu. Bağlarbaşı Derneği’nin genel kurulu vardı, Abhaz Derneği’nin genel kurulu vardı. Abhaz Derneği’nin 500 üyesi var, Bağlarbaşı Derneği’nin 1500 üyesi var; otuz-kırk kişiyle, bilemedin elli kişiyle genel kurul yapıyorsun. Toplumun kendi kimliğine sahip çıkma duyarlılığı, bizim gibi biraz daha dert edinenler kadar cevaz vermiyor. Toplumun yine kendi duyarsızlığını, kendi isteksizliğini hakim kılacak şekilde hayatiyeti sürdürüyor. Doğrusu çok umutsuzluğa düşüyorum. Ben bu meseleyle ilgili harcadığım eforu başka bir şey için, mesela sokak kedilerini korumak için harcasaydım daha anlamlı mı olurdu diye, bazen böyle absürd şeyler düşünüyorum. Bazen şöyle diyorum: Hiçbir şeyle uğraşmayacağım. Sinemaya gideceğim, tiyatroya gideceğim falan diyorum. Bazen o da olmuyor, o konuda bir şey çekiyor sizi. Bilmiyorum ne çekiyor. Bu kimlik konusunda ben de her gün, her an bu kaosun içinde yaşıyorum. Şu noktada değilim: kendi doğrumu buldum, noktasında değilim. Ben de didişiyorum kendi kendimle, her defasında didişiyorum. Fakat şöyle bir gerçeklik var: Bu meselede kimlik konusu, köylü mantığıyla yeniden oluşturacağımız bir mesele değil. Ondan bir şey çıkmıyor. DÇP’nin oluşumunun temelinde de bu yatıyordu. Biz kent insanlarıyla yol almalıyız. Ayhan Kaya ile ortak bir kimlik tanımlaması araştırması yapmıştık. Ayhan Kaya kimlikler meselesine epeyce kafa yormuş biri. Şunu söyledi: Bir küçük kütle, bir yerden kopup bir büyük kütleye geldiği zaman, ilk refleks, üstelik de bu tecrit edilerek ve sopayla kovulduysa, oraya monte olmaktır. Sonra güven geliştikçe, artık hayattayım güveni geliştikçe, yeniden kimlik kendini bulur, demişti. Ben bu duruma inanıyorum. Bu Çerkeslerde de böyledir. Tabii bunun için biraz, bizim toplumun öne çıkmış gençleri, okuyanları, kent hayatıyla bütünleşmiş bireyleri, bu kültürü yeniden yoğurabilirler. Ya da bu kimliğe sahip çıkabilirler diye düşünüyorum. Bu olan biten girişimler de biraz onu gösteriyor. Yani kasaba ya da köy kültürüne sahip kişilerle varacağımız bir sonuç yoktur gibi geliyor bana. Bu arada kültürel olarak kent insanı sanılabilir ki kültürünü kaybetti. Ölçüler şuysa: Kentlerde yetişen çocuklar büyük gelince ayağa kalkmazlar, büyük-küçük bilmezler vs. Böyle absürd şeylerle açıklanacak bir şey değil. Kimlik, içimizde hep var olan bir şey. Yeter ki bunu yeniden parlatacak doğru alanlar bulabilelim. Bu doğru alanları da bence kent insanı bulacak.
Ritüeller ve işin şekilci yanı… Bunlar da önemli değil mi; hani somut bir farkımız yok dediniz; bir yandan bu somut farklılıklara da vurgu yapılması gerekmiyor mu?
Kesin gerekiyor. Çünkü halen, diyelim ki –çok basit bir şey- bir Çerkes peynirin varsa, yani başkalarından farklı bir şeyin varsa, sosyal davranış formun diğerlerinden ayrıysa; bu önemli bir şey. Ama tamamen bundan ibaret, feodal toplum tanımından ibaret bir yaklaşımla bugünkü meseleyi çözmenin yolu yok. Bu söylediğiniz şey önemli. 1990’lara kadar Türkiye’de dernekçilik çok kolay bir işti. Şuydu: Daha çok kırsal kesimden gelen öğrencilerin arada bir uğradıkları, kendi aralarında sohbet ettikleri, kendi kültürlerini yaşattıkları mekanlar olarak dernek meselesi ortaya çıktı. Folklor çalışması olurdu, kız-erkek tanışma toplantıları olurdu, akşamları muhabbet olurdu… Yani köyünde veya kasabasında yaşadığı lezzeti devam ettirme aracı olarak ortaya çıkmıştı. İş çok kolaydı. Fakat yavaş yavaş talepler ve soru işaretleri belirmeye başladı ve 90 sonrasında anavatanla kucaklaşma durumunun ortaya çıkmasıyla birlikte beklentiler farklılaştı. Yani ayrı bir toplum olarak var olacak mıyız, terk-i diyar ettiğimiz vatanımızı korumak için bir refleks gösterecek miyiz; yoksa burada “mıymıy” tarzında düşük perdeden “kültürüm bilmem ne” deyip yok olup gidecek miyiz? O yüzden, siyasallaşmamız gerekiyor derken kastım bu. Yani kendi için, kendi kimliği için siyasi perspektif oluşturmak ve meseleye tamamen siyasi bakabilmek gerekir. Değilse yok olup gidecektir. Benim bugün çıktığım köy, iki-üç hane kalmıştır, hepsi benden daha iyi Abaza ritüellerini bilirler ama hiçbiri meselelerle ilgili değildir. Kültür dediğiniz zaman da her kültürün bir feodal kültürü var. Bizim bahsettiğimiz de o feodal kültür. O kalıplarla bugünün yaşamını harmanlamak, yoğurmak, anlamak çok mümkün değil. Bu feodal kültürün istesek de istemesek de üzerinden geçen bir modern kültür var. Hele hele son on yıldır üzerimizden geçen çok farklı etkenler var. Bunlara karşı bizim o feodal kültürümüzü o eski haliyle tutmamız mümkün değil. Bunu da bizim devşirmemiz gerekiyor. Kentleştirmemiz gerekiyor. Zor olan da bu zaten. Maalesef aynı zorluk Kafkasya’dakiler için de geçerli. O açıdan bakarsak trajik bir durum. Ama buna tutunabilme imkanımız, tamamen siyasi bir konumlandırma ve kimliklendirmeyle mümkün olabilir. Bu bölgede özerk cumhuriyet adlarıyla etnik cumhuriyetlerin adları, kimliği pekiştiren ve yeniden konumlanmasını sağlayacak önemli tutamak noktaları gibi geliyor bana.
İKİNCİ BÖLÜM: ETNİK KİMLİK VE SİYASET
Sezai Babakuş, Ajans Kafkas’a verdiği röportajın ikinci bölümünde zülfüyâre dokundurup Çerkeslerin kendi kendilerini ipotek altına aldıklarını, aşırı otokontrol nedeniyle taleplerini devletin tanıdığı töleransın bile altında tuttuğunu söylüyor. Babakuş, Çerkeslerin gündemini taşıyacak siyasallaşma ihtiyacına vurgu yapıyor.
DÇP son seçimlerde Baskın Oran ve Ufuk Uras’ı desteklediğini açıkladı. Gelen tepkiler nasıl oldu?
Bir taraftan insanlar tarafından tahmin edemeyeceğim kadar, doğru bir iş yaptınız, oyumu verdim diye destek geldi. İkinci bir şey, bizim asıl derdimiz, DÇP’nin oluşması da buradan kaynaklanıyor; biz hiç Türkiye’nin kendi dertleriyle ilgili konularına girmemişiz. Toplum olarak girmemişiz, bireyler olarak girmişiz. Fakat toplum olarak kendisi için taleplerini hiç dile getirmemiş, kendi kendine konuşmuş, derneklerde, şurada, burada. Biz dedik ki böyle dertlerimizi kamu alanına taşıyalım. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının kültürel haklar, dil, demokratikleşme gibi platformu oluyor. Biz, dernekler gitmiyorsa böyle bir şeyle biz gidelim, dedik. Ve şaşırtıcı deneyimler çıkmıştır. Siz bu kadar süre neredeydiniz ve nasıl bu noktaya vardınız anlamında tepkiler aldık. Kesişmek lazım. Birlikte iş yapmayı, birlikte proje üretmeyi gerçekleştirmemiz lazım. Bağımsız adayların desteklenmesi meselesi sadece Çerkesler açısından gündemde olan bir mesele değil. Seçimler yaklaşırken bir taraftan aşırı Türk milliyetçiliğinin hoplatıldığı bir dönem yaşanıyor, öte yandan referansı din, muhafazakarlık olan bir bloklaşma oluyordu. Önceden hep sağ-sol şeklinde bir bloklaşma olurdu Türkiye’de, bu sefer tamamen zıvanadan çıkmış bir vaziyetteydi. Böyle bir ortamda ayrı bir ses ne olabilir, hatta bazı bölgelerde Çerkes aday çıkarabilir miyiz, sorusuyla hareket ettik. Çerkes adayın çok mümkün olamayacağı düşünüldü. Ama öte yandan bizim gibi, “ne yapalım” arayışında olan çevrelerle “acaba bağımsız ortak adaylar oluşturulabilir mi” düşüncesiyle bir entegrasyon, bir network sistemi kuruldu. Biz de bunun içinde yer alalım dedik. Bu bir yığın seçenek dikkate alınıp da en doğrusu bu oldu şeklinde olmadı. Sonuçta bir bloklaşma atmosferinde farklı bir sese, demokrasi eksenli bir sese katılalım düşüncesiyle ortaya çıkmış bir şeydir bu. Yanlış yaptığımız kanısında değilim ben kesinlikle. Sonuçta bu konudaki toplantılara katıldık biz de. Bizim tutumumuz iki isim üzerinde, Baskın Oran ve Ufuk Uras üzerinde kaldı. Sonra aleyhimizde kullanılmasın diye. Halen de kullanılıyor, “PKK’lıların içinde olduğu bir oluşuma siz katıldınız” gibi saçma sapan karşı çıkışlar da oldu. Biz fazla önemsemiyoruz onları.
Nihayetinde ayrı bir ses vereceğini düşündüğümüz bu durumu destekledik. Bu Çerkesleri Ufuk Uras’ın, Baskın Oran’ın kuyruğuna takmak amacıyla yapılmış bir şey değildir. O seçim döneminde desteğimiz onlara olsun ve bunu anons edelim dedik. Ve bu siyasi bakmaya yönelme noktasında bir ilk örnek olsun dedik. İlk defa bir seçimde DÇP olarak biz şu şu adayı destekliyoruz. Bunu Aleviler, başka gruplar her seçim döneminde yapıyor. Eee Çerkeslerin de bir sesi olsun diye baktık. İyi de bir deneyim oldu bizim için.
Daha genel baktığımızda, etnik kimlik üzerinden siyaset, Türkiye’nin tamamen kendi şartlarından kaynaklanan bloklaşmaları bizim toplumumuza taşır mı? Mesela Kafkasya ile ilgili en çok tartışılan meselelerde çatlak ve ayrışmaların genelde Türkiye’nin kendine has sorunlarının iz düşümleri olduğunu görüyoruz. Etnik kimlik üzerinden siyaset bu suni ayrışmaları derinleştirebilir mi?
Hayır, hayır. Bakın bu daha önce yaşandı. 1980 öncesi Türkiye’deki var olan bütün sağ-sol fraksiyonların hemen hepsi bizim toplumumuzun içine girdi. Dernek dernek bu mücadele verildi. Dernekler kendi içinde bu siyasi mücadelede etkin olmaya çalıştı. Kesinlikle siyasetten kastımız şu değil: Var olan bir ideolojinin peşine takılmak ya da var olan bir siyasetin arkasına takılmak değil. Siyaset yapalım derken kendimiz için… Şu varsa; “Ben Çerkesleri temsilen adayım” diyorsa bir insan, AKP veya CHP değil, Çerkesleri temsil ediyorum, bu konuda söyleyecek sözüm var diyorsa, onun önemli olduğunu düşünüyorum. Çıkıp da şunu da söylüyorsa: Kafkasya’da şöyle şöyle gelişmeler var ve bunun da takipçisi olacağım, diyorsa bu önemlidir. Seçimlerden üç yıl kadar önce de söylemiş ama karşılık bulamamıştım: Türkiye’deki gelişim süreçlerini dikkate alarak dernekler dışında bizim bir siyasi girişim grubu oluşturmamız gerekiyor. Bu siyasi girişim grubunun, Çerkesler adına çeşitli kesimlerle görüşerek belki de tamamen yeni bir siyasi hareketin oluşmasına bile yeltenecek, kültürel hakları önemseyen, birlikte yaşama kültürünü öne koyan, demokratik hak ve özgürlükleri önceleyen yeni bir siyasi hareket olabilirse Türkiye’de, onun içinde Çerkesleri temsilen katılmamız gereken bir yapı olabilir diye bakıyorum. O zaman karşılık bulmadı bu, 2-3 yıl önce. Hatta bir toplantı yaptık, derdimi anlatmaya çalıştım ama katılımcılarda aynı bakış çıkmadı. Siyaset deyince herkes başka bir şey anladı. Adaylarımızı destekleyelim şeklinde… Şimdi hala o görüş devam ediyor dikkat ederseniz. MHP’den şurada üçüncü sırada, CHP’den burada bilmem kaçıncı sırada, onları destekleyelim… Bu değil. Kendi kimliğini öne koyarak… Şöyle bir komplekse kapılmamıza gerek yok; İşte Kürtler öyle yaptı başımıza neler açtılar diye… O onların sorunu, Türkiye’nin sorunu. Vatandaş olarak bizim de sorunumuz ama biz nihayetinde başkaca yaşanmakta olan şeylere göre kendimizi en alt talep konumlandırmasında tutamayız.
Ben şuna eminim: Türkiye devleti ve resmi ideolojisinin bizim için sahip olduğu tolerans ve tahammül sınırının çok altında tutuyoruz kendimizi; kendi oto-kontrolümüzden. Biraz yükseltelim isteklerimizi. Siz hiç şahit misiniz, 12 Eylül’ün genel karmaşası içinde bütün derneklere uygulanan soruşturmalar dışında, Türkiye’de bir Çerkes’in, Çerkes kimliği üzerine yaptığı bir eylemden dolayı herhangi bir kovuşturmaya, soruşturmaya tabi tutulduğuna? Yok, hiç talepleri seslendiren bir toplum olmadığı için bunlar da olmuyor. “Aman adapte olalım, aman Türkiye’nin birlik bütünlüğüne zarar vermeyelim” düşüncesi o kadar ağır bir ipotek altına sokmuş ki toplumu, şöyle bir şey yapılırsa acaba devlete karşı mı algılanacak diye toplantılarda hep telkinler duyarsınız. Uzuncaorman’da da oldu. Hep sağduyu. Aman Türkiye’nin birlik bütünlüğü… Başka bir durum ortaya mı çıktı ki sağduyu ya da sessizlik telkininde bulunuyorsun? Ama hep böyle. Ya kendiliğinden görev üstlenmiş ya da birileri tarafından görevlendirilmiş böyle tuhaf bir güruhun ipoteği altında bu toplum. Hiçbir şey yapılamıyor. ‘Bir şey yapabilir miyim’ dediğin noktalarda hemen birileri devreye giriyor: “Aman aman sakin…” Bizim şu anadil konusu… TBMM’den yasası çıkmış, bunun artık korkulacak bir yanı var mı? Anadil meselemizi biz nasıl ele alacağız diye bir toplantı yapacak olduk; o toplantının engellenmesi için binbir tezgah çevrildi. Sonra Bilgi Üniversitesi’nde yaptığımız toplantıyı önce bir dernekte yapalım dedik, Abhaz Derneği’ne gittik, salonu verdirtmediler, Bağlarbaşı Derneği’nde de salonu verdirtmediler, yani kendi kendimize konuşmak için toplantı yaptırtmadılar. Sonra Dostluk Kulübü yerini verdi. Yani böyle yakın markaj engellemeler var, üstelik bizim kendi içimizden engellemeler var. Söyleşi başlamadan önce söylediğim gibi, Kafkas Vakfı ve o yapının içinde yer alan ajans, dergi vs.yi çok değerli buluyorum. Siyaseten çok örtüştüğüm bir yapı değilse de değerli buluyorum çünkü aynı şeye bakıyoruz. Yani toplumun kendisi için görüşleri, düşünceleri, değerlendirmeleri ve birikimi olması lazım. Bizim toplumumuzda toplumsal bellek yok, toplumsal bilinç yok, hiç buna dair çaba, dert yok. Klasik şablonlar içinde, büyüğünü görürse ceketini ilikler, bilmem ne yapar… Bu bir şey ifade etmiyor. Ve bizim toplumumuz korkak. Tek tek, bireysel olarak acayip cesur insanlardır bizim Çerkesler, gözünü budaktan esirgemez; ama toplum olarak korkak bir toplum; onu anlamış durumdayım. Bu korkuyu üzerimizden atacak şeyler yapmamız lazım. Kendisi için bir şey isteme konusunda bu kadar korkak bir toplum olamaz. Ama maalesef öyle. Çerkes Ethem’in hain damgasını yemesinden dolayıdır, ondan dolayıdır ya da bundan dolayıdır; bilemiyorum; ama toplum bu korkuyu üstünden atamadı. Dolayısıyla sesini çıkaramıyor. Abhazya’da canhıraş bir mücadele veriliyor, hiç değilse Türkiye’de üç beş yüz Apsuwa var diye hesaplanıyor. Ama sesini yükseltecek bir yol yordam bulunamıyor. Algı da çok önemli. Türkiye’deki Çerkesler o kadar devletle özdeşleşmiş bir toplum ki, Ayhan Kaya’nın dediği şey de, entegre olmaya o kadar çalıştık ki biraz dozunu da kaçırdık galiba. Belki de bizim toplum Bagapş’ı Abhazya’daki bir dernek başkanı gibi algılıyordur. Yani toplumun kafasında, Kafkasya’da doğrudan kendisini ilgilendiren bir devlet olduğu fikri oturmamış olabilir. Azınlık bir kesim belki devlet olarak algılıyor, ‘orda bir mücadele var’ olarak algılıyor ama toplumun büyük kesimi, dediğim gibi çok işin içinde değil. O yüzden, hepsi yine aynı şeye geliyor: kimlik meselesi… Bizim Türkiye’de yaşayan toplumumuzun, Türklük konusunda bir eksiği yok da, kendi kimliği konusunda eksiği var. Bunu biraz pekiştirmek gerekiyor. Bunu pekiştirmenin yolu da, bundan sonraki kuşaklardan geçiyor. Büyük kent insanları becerecek bunu diye düşünüyorum.
Gençlerin etkileşimi, gençlerin iletişimi belirleyecek bunu. Evvelden akşamları köylerde tasamhara yapılırdı, diğer köylerden gençler gelirdi. Artık yeni iletişim enstrümanlarıyla gençler iletişimi daha hızlı kotaracaklar gibi geliyor. Mesela şimdi, Abhazya’da akademisyenlerin organize ettiği iki günlük bir toplantı düzenleniyor. İngiltere’den, Ankara’dan, İstanbul’dan çeşitli üniversitelerden Çerkes akademisyenlerin katıldığı bir ortak akıl toplantısı, kendileri hakkında… Bu tür örnekler, girişimler çoğalacak, onlar yavaş yavaş uzun vadeli projelerin de hayata geçirilmesini sağlayacak.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ABHAZYA’YA BAKIŞ
Abhazya’da savaşın patlak vermesinin ardından en sancılı dönemde altı yıl kalmış olan Babakuş, bugün Sohum’un Rusya’ya kaydığı görüşüne fazla prim vermiyor. Bababuş’a göre Abhazlar kendilerine yardım eden Rusya’ya yakınlaşsalar da istikametleri hala bağımsızlıktan yana… Babakuş, Çerkeslerin ta başından beri Abhazya için fazla bir şey yapmamış olmasını da öteki kimliğin baskın çıkmasına bağlıyor…
Abhazya’ya gelirsek. Var olan duruma bakınca, Abhazya sizce nereye gidiyor? Rusya’ya mı yaklaşıyor, bağımsızlık mı; rota neyi gösteriyor bugünkü duruma bakarsak?
Bir kere Abhazya’yı şu anki haliyle, toplam 200-250 bin nüfuslu ve bunun içinde toplam 100 bin Abhaz’ın yer aldığı küçücük bir kasaba aslında. Bugünün dünya yerleşim dağılımı çerçevesine baktığımız zaman, orada var olan Abhaz sayısının bir kasaba ya da bir ilçe büyüklüğünde bir nüfus olduğunu dikkate almak lazım. Ve bunların canhıraş bir kimlik ve ayakta kalma mücadelesini dikkate almak lazım. Bu mücadele 1990’dan sonra başlamış bir mücadele değil. Bu epey uzun bir süredir devam eden, hatta bizim dedelerimizin sürgünüyle sonuçlanan Büyük Kafkas savaşı döneminden itibaren orada bir tutunma, kalma ve hayatiyetini sürdürme mücadelesidir. Sonra Sovyetler Birliği döneminde aynı şey yapıldı. Sovyetler Birliği döneminde, o müthiş tek merkezli sistem içinde bu bir avuç insandan mürekkep halk hoşnutsuzluklarını ve taleplerini, Lıhnı’da ve başka yerlerde büyük mitingler yaparak dile getirdi. “Kimliğimizi, kültürümüzü, Abhazya’daki konumumuzu kaybetmek istemiyoruz” düşüncesini sürekli gündeme getirebilmiş, o cesareti gösterebilmiş bir halk bahsettiğimiz halk. Sonuçta gele gele Sovyetler’in çözülmesinden sonra bir tercihle karşı karşıya kaldı. Gürcistan’ın hegemon olacağı bir gelecek ya da bu hegemonluğun sınırlarının yeniden belirleneceği, siyasi ve idari konuların yeniden belirleneceği bir hattı yeniden inşa etme durumuyla karşı karşıya kaldık. O zaman ben, bu savaşa kadarki süreçte Abhazya’da olup biten her şeyi… (Zviad) Gamsakhurdiya ile ilişkileri, sonra (Eduard) Şevardnadze ile ilişkileri, yazışmalar, görüşmeler karşılıklı heyet görüşmeleri, hepsini birebir yaşama şansını buldum. Abhazya’nın tek ve yegane seslendirdiği bakış şuydu: Gürcistan ile Abhazya gelecekte nasıl yeni bir siyasi ve idari ilişki modeli üzerinde yürüyecekler? Savunma hattı buydu. Kesinlikle böyle bir şeydi. Bazen şöyle çarpıtmalar ya da bakışlar oluyor: ‘Rusya Abhazya’yı itekledi, Gürcistan’la aman ha uzlaşmayın, savaşsa da biz destek vereceğiz’ dedi, bunun üzerine de Abhazya, Gürcistan siyasi kadrolarına karşı uzlaşmaz bir tutum içine girdi, gibi zorlama tahliller yapılmaya çalışıldı hariçten. Kesinlikle ben böyle bir şey olduğu kanısında değilim. Abhazya tamamen kendi başına ve birebirdi. Üstünüze gelen selin sizi ezip geçmesini bekleyeceksiniz ya da bir bent yapıp, sel yine geçsin de ben kendime bir sığınak yapayım diyeceksiniz. Abhazya biraz böyle bakmıştır meseleye. Başlangıçta da “Ben bağımsız devlet olacağım” duruşuyla masaya oturmamıştır. Fakat önce Gamsakhurdiya’nın doğrudan Abhazya’yı yutmak isteyen politik tavrı bunu olumsuz etkiledi. Çünkü orda biraz da Gamsakhurdiya’nın kendi etnik aidiyeti de önemliydi. Abhazya’da Megrel nüfus vardı, dolayısıyla kolayca entegre ederim düşüncesi vardı. Sonra (Eduard) Şevardnadze’nin aynı şeyi sürdürmesi, durumu bir çatışma noktasına sürükledi. Ondan sonra, yani Abhazya o çatışma başladıktan sonra Rusya’dan, oradan buradan destek bulduysa buldu. Bunlar başlangıçta var olan destekler değildir. Olmadığı da şuradan belli: Gürcü güçleri elini kolunu sallaya sallaya Sohum’a kadar geldi. Ve direniş de Sohum’da başlamıştır. Yani Gal’de, Oçamçira’da, Tkuarçal’da başlayan bir direniş değildir. Sohum’a girmişlerdir ve Abhazya halkı ve siyasi liderliği bir araya gelip buna karşı gelme kararı almıştır. Çünkü bunların niyeti bizimle bir ortaklık kurmak, bizimle nasıl bir siyasi idare kuracaklarını belirlemek değil, doğrudan bizi kendi toprak bütünlüğüne katmak ve Abhaz siyasi kimliğine son vermektir, düşüncesiyle direniş başlatıldı. Ondan sonraki gelişmeleri de zaten biliyoruz, biliyorsunuz. Halen de henüz nihai sonuca götürecek görüşmeler devam ediyor. Ne kadar sürecek, o da belli değil.
Peki bugünkü durumda rota nereyi gösteriyor?
Ben Abhazya’nın genel rotasının bağımsızlık olduğunu düşünüyorum bundan sonra. Çünkü artık şunu görmüştür: Abhazya, yeniden Gürcistan’la bir siyasi ortaklık kurarak varlığını devam ettirme şansı olmadığını anladı. Varsayalım ki böyle bir mekanizma olsa, federatif, konfederatif bir anlaşma olsa, başta buna olabilir diye bakıyordu Abhazya. Fakat Gürcistan’ın en kısa sürede yeniden Abhazya’yı yutmak ve bu sağlanacak olan anlaşmayı çok kısa süre içinde fiilen ortadan kaldırmak isteneceğini gördüler ve anladılar. Dolayısıyla bu noktadan itibaren, 1995’ten sonra hızla gelişen bir şeydir bağımsızlık meselesi. 95’e kadar BM nezaretinde yapılan görüşmelerde Abhazya, esnek bir yapı içinde federatif ya da konfederatif bir anlaşmaya evet diyecek noktadaydı, hatta böyle bir teklifi Abhazya kendisi önerdi. Böyle bir birlik kuralım dedi. Bu projelendirildi, belgelendi ve taraf olarak Abhazya bunu önerdi Cenevre’de yapılan görüşmelerde. Fakat Gürcistan ‘hayır’ dedi, ‘Abhazya otonom bölge olarak Gürcistan’ın içinde yer alacak, bizim duruşumuz budur’ dedi. Dolayısıyla bu noktadan sonra Abhazya artık ‘Biz federasyon projemizi geri çekiyoruz, bizim seçeneğimiz artık bağımsızlıktır’ görüşünü ortaya koydu.
Şu anki konjonktürde, Gürcistan’ın sunduğu şartlar altında Gürcistan’la aynı masada yer almak düşünülmüyor herhalde.
Gürcistan’la birliktelik düşünülmüyor. Şöyle düşünülmüyor: Uzun bir süre sonra gündeme gelebilir tekrar belki de. Ama bugünkü psikolojilerle, bugün varılan noktada Abhazya’nın asla gündeminde değil. **
Tabii dışardan gelen şartların da etkisiyle –son olarak Bagapş’ın ziyareti konusunda Türkiye’nin tutumu mesela- Abhazya Rusya’nın kucağına itiliyor. Ama bir şekilde Abhazya, dışardan bir bakışla, gittikçe Rusya’ya kayıyor gibi bir izlenim söz konusu.
Biraz da şöyle bakmak lazım pozisyon alırken; Nihayetinde bir blok üstünüze yürüdü, buna karşılık bir direniş iradesi ortaya çıktı. Ve bu direniş iradesi için destek alınan taraf Rusya oldu. Rusya şu veya bu politika nedeniyle Abhazya’yı desteklemiş olabilir, o Rusya’nın kendi hesabıdır. Ama siz kendi açınızdan olaya yaklaşacaksınız. Üzerinize sokakta beş kişi saldırdı, siz bir kişisiniz, sizi linç etmeye kalktılar. Bu arada da sesi ve cüssesiyle bir adam çıktı, sizi destekledi. Siz öncelikle bu adamın niyetini sorgulamazsınız. Birebir refleks böyle olmuştur.
Öncelikle, Gürcistan saldırısına karşı verdiğiniz mücadelede sizi destekleyen tarafa bir sempatiyle bakarsınız. İkincisi bu büyük bir kültürdür nihayetinde, biz kabul edelim veya etmeyelim. Şu kadar yıl süren Rus kültürü, Rus dili, Rus psikolojisi, isteyelim istemeyelim, oraya sızdı. Onları da bizim gibi aynı şekilde iki kimlikli bir toplum haline çevirdi. Şöyle bakmayalım; Orada zaten pirupak devam eden Abhazya vardı, Adıgey Cumhuriyeti vardı, Çeçenistan Cumhuriyeti vardı. Yani her bir şeyiyle kültürel olarak da, siyasi olarak da Rusya’nın etkisi altında olmayan, kendi müstakiliyetlerini bir bütün olarak korumuş yapılar değildi. Rusya sızmış durumdaydı, eğitimden diğer birçok şeye kadar… Bu hakim kültür de size el uzatıyorsa, Abhazlar açısından, daha sempatik görünmeleri çok normal. Ama unutmayın, Abhazya geçtiğimiz dönemde Rusya ile karşı karşıya kalacağı bir süreç yaşadı seçimler vesilesiyle; (Birinci Devlet Başkanı Vladislav) Ardzınba’nın işaret ettiği kişinin seçilmesi ya da muhalefetin seçilmesi konusunda. Rusya’nın bütün önde gelen siyasileri, belediye başkanları dahil gelip ‘Bu ekibi değil de diğerini seçerseniz sınırları kapatırız’ dediler. ‘Hiçbir yardımda bulunmayız’ dediler. Abhaz halkı, Rusya’nın ‘hayır’ dediği ekibi seçti, şimdi de o ekip iş başında. Bu şu demektir: ‘Rusya’ya doğru kayıyor’un böyle çentikleri de var. Yani ‘Rusya’ya karşı bir duruşları da var mıdır’ı güçlendiren olaylar da yaşanıyor. Dolayısıyla şöyle bir tercih ortaya çıkmış değil Abhazya açısından: ‘Biz Gürcistan’dan kopup Rusya’ya yamalanalım’ diyeceğimiz bir tercih çıkmış değil. Abhazya için şudur: Kendi kimliğini, siyasi ve idari yapısını sürdüreceği bir garanti sistemine ihtiyaç var. Bu garanti sistemi nasıl oluşacak; onun arayışı içinde. Bu Rusya ile daha yakın durarak mı oluşacak yoksa uluslararası toplumla etkileşerek mi bunu sağlayacak; bunun arayışı içinde.
Siz Abhazya ve Abhaz toplumunu içeriden iyi tanıyan birisiniz. Abhaz toplumunda hem buradaki hem diasporadaki politika üreticileri çeşitli alternatifler üzerinde duruyorlar mı? Bugün konjonktür böyle ama yarın değişebilir. Yani bugünkü gidiş çeşitli alternatifler arasındaki belirli tercihlerle çizilmiş bir gidiş mi, yoksa şartların dayatmasıyla sürüklenme mi söz konusu? İçeriye dönük bir değerlendirme yapar mısınız?
Savaştan sonra Abhazya’da, benim de içinde bulunduğum bir think-tank grubu oluşturulmuştu. ‘Abhazya’nın siyaseten hedefleri ve hedefler çerçevesinde nasıl bir öncelik tespiti yapılabilir’ sorusuna cevap arayan ve siyaset bilimiyle uğraşan insanların, bir-iki sosyologun yer aldığı 15-20 kişiden oluşan bir grup oluşturulmuştu, Lakoba’nın başkanlığında. O zaman, Abhazya için gelecekte neler olabilir, diye ciddi çalışmalar ortaya konmuştu. Bu çalışmalarda, o dönem, 1994’te ortaya çıkan seçenekler masaya yatırıldı. Birbağımsızlık; iki Marshall adaları gibi tam bağımsız değil, dominyon da değil, doğrudan bir yere de bağlı değil, ‘natural state’ dedikleri şey olabilir mi; ya da Gürcistan’la bir konfederasyon formu oluşturulabilir mi gibi çeşitli alternatifler üzerinde duruldu. Ama sonunda Abhazya baktı ki kendi adına bundan sonra varlığını sürdürebilmenin garanti yolu, bağımsız devlet olmak. Ve iki yıl sonra, beş yıl sonra farklı bir hal alabilir durum. Mümkündür. Mesela şimdi Rusya’dan Abhazya’ya –Abhazya ölçeklerinde- önemli yatırımlar başladı. Turizm tesisleri için falan vs. Önümüzdeki dönem bu hızlanacak, şundan dolayı hızlanacak: Soçi olimpiyatları nedeniyle Abhazya’nın Sohum’a kadarki Soçi’ye yakın bölümü, hiç değilse Gudauta’ya kadarki bölümü, kış olimpiyatları için yapılacak yeni düzenleme ve yeni yatırımlar alanında olacak. Çünkü Soçi kendi başına bu kadar şeyi kaldıracak bir coğrafi imkana sahip değil. Dolayısıyla Abhazya tarafına taşacak bu proje. O da şu demek: Önümüzdeki dönem Abhazya’da çok daha fazla Rus sermayesi iş yapacaktır. Bu ekonomik entegrasyon ekonomik olarak ve siyaseten Abhazya’yı Rusya’ya daha çok entegre edebilir; onu bilemiyoruz. Fiiliyatın nasıl işleyeceğini kestirmek kolay değil. Ama bugün Abhazya neyi istiyor, nasıl bir siyasi çözüm istiyor dediğiniz zaman, kesinlikle onda bir tereddüt yok: Bağımsızlık istiyor. Benim kafamda böyle bir tereddüt yok. Kişisel olarak, Abhazya tam bağımsız olabilir mi, diye kendi kendime sorduğumda, bir yığın faktörü bir araya getirdiğim zaman, evet olabilir, diyorum. Kolay değil ama olabilir diyorum. Çünkü dünyadaki konjonktürel değişimler döneminde nüfusu 50 bin, 100 bin, 1 milyon olan ve BM üyeliğine hak kazanan bir yığın ülke var. Bir de tarihi duruma bakalım: Abhazya kendi siyasi bütünlüğü ve yapısını hayata geçirmiş bir halk. Aynı şey diğer Kafkas cumhuriyetleri için de geçerli. Geriye dönüp baktığınızda bir Abhaz Krallığı olmuş, Abhaz Prensliği olmuş. Daralmış, daralmış ama bir siyasi nüve hep yaşayabilmiş. Olmayan bir siyasi nüveden bahsetmiyoruz yani. Dolayısıyla tarihi olarak da bu şansı var, buna hakkı var. Bunlara baktığımız zaman, zor ama bağımsızlık hedefini doğru buluyorum ben kesinlikle.
Diasporadaki Gürcü tarafıyla irtibatınız var mı?
Vardı. Şöyle; Kafkas Abhazya Dayanışma Komitesi olarak, Nihat Gökyiğit’in başkanlığında Gürcü lobisiyle, İsmet Acar gibi kişilerin de yer aldığı bir grupla karşılıklı görüşmeler yaptık. Biz bu problemin çözümüne nasıl katkı yapabiliriz diye. Fakat gördük ki buradaki Gürcü lobisinin de oradaki yönetimden farkı yok. Görüştüğümüz kişiler önce fazlasıyla iş adamı nosyonunda kişilerdi. ‘Bu meseleyi artık halledelim bir şekilde, çünkü bu bölge gelecek vadeden bir bölge. Siz Abhaz tarafına telkinde bulunun biz de Gürcü tarafına telkinde bulunalım, uzlaşsınlar’ şeklinde bakıyorlardı. Ama işin derinliği nedir, problemin kaynakları nelerdir diye çok fazla bakmadan kolayca biz Türkiye’deki Abhaz diasporasını yönlendirirsek kolayca sonuç alabiliriz gibi çok kolaycı bir şablonla baktılar. Ama öyle olmadığını gördüler. Bu meselenin ciddi bir farklılık, bir istekler farklılığından çıktığını öğrendiler.
Dolayısıyla bu görüşmeler de eski heyecanıyla sürmedi. Üç beş toplantı sonunda görüşmeler, herkes kendi yoluna devam etsin gibi bir sessiz anlaşmayla son buldu. Bunun ötesinde çok yeni bir temasım olmadı. Belki de Türkiye’deki Gürcü aydınlarıyla görüşmek daha iyi sonuçlar verir diye düşünülebilir. Bu saydıklarım daha çok iş adamı ve bürokrattılar. Ama onun da denemesi yapıldı daha önce, savaş sırasında. Fakat orda da aynı tellerden çaldığımızı göremedik. Entelektüel Gürcüler de olaya aynı şekilde baktı; ‘Abhazya Gürcistan’ın toprağıdır’ diye. Böyle baktığınız zaman işi sürdüremiyorsunuz. İnsan hakları ihlalleri, savaşın getirdiği acılar vs… Bunları konuşamıyorsunuz. Orada tıkandı.
Bir gazeteye verdiğiniz demeçte Bagapş ziyaretinin engellenmesinin konjonktürel olmadığını vurgulamıştınız… Sebep ne sizce, ve yaşanan olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye bizim bütün çabalarımıza rağmen, Türkiye’nin davranması gerektiği şekliyle davranamadı.Biraz basiretsiz yaklaştı. Bu basiretsizlik sonucunda, Gürcistan’a daha çok meyleden, prim veren bir yaklaşım ortaya çıktı. Oysa meseleyi anlamaya çalışıp, bunu nasıl çözebilirim diye bakması lazımdı. Türkiye biraz Gürcistan hattında meseleye müdahil olmak istedi. O biraz da Amerika entegrasyonundan da kaynaklanan bir şeydi. Ondan çıkamadılar. Defalarca yaptığımız görüşmelerde, dinliyorlar ama orada kalıyor. Ben en az üç Dışişleri Bakanı’na Abhazya meselesini Ankara’da anlatmak zorunda kaldım, hepsi anlamış gibi görünüyorlar ama politikada bir değişiklik olmuyor. Sadece ve sadece bir iki defa insani yardım meselesinde sonuç alınabildi. O da Gürcistan’a on ton mercimek gönderildiyse 500 kilo mercimek de Abhazya’ya gitmiştir. Bizim çabalarımızın o kadarlık bir sonucu oldu. Ama biliyorsunuz ki bugün NATO ve Amerika hattı doğrultusunda Türkiye, Gürcistan’ın askeri gücünün modernizasyonu, eğitimi, yeniden şekillendirilmesi konusunda aktif görev alıyor. Bugün Türkiye’den çok sayıda eğitmen subay, astsubay, Gürcü askerlerini eğitmek üzere Gürcistan’da çalışıyorlar. Çok sayıda deniz, kara ve hava silah ve teçhizatı, Türkiye tarafından NATO konseptleri içinde Gürcistan’a hibe edildi ve bu devam ediyor. Bagapş’ın Türkiye ziyareti konusunda daha önce de sıkıntılı durumlar yaşandı; Ardzınba’nın ziyaretinde de aynı şekilde. O zaman Başbakan Süleyman Demirel’di, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’di, DYP –SHP koalisyonu vardı. Başbakan da dışişleri bakanı da Ardzınba ile görüşmedi. Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’la görüştü; diğer siyasi partilerin liderleriyle görüşme yapıldı vs. Bu son ziyaret gündeme geldiğinde de kesinlikle resmi bir davet yapamayız duruşunu ortaya koydu Türkiye. O zaman Komite ‘ziyareti biz organize edeceğiz’ dedi. Dışişleri de olur dedi. Hiçbir sakınca görmedi. Onun gerekçesini de yazmış, yazışmalarda bunu görebilirsiniz. Dışişleri, Komite’ye yazdığı yazıda, program bizim için de uygundur diye yazılı bir cevap verdi. Fakat bir taraftan da Gürcistan lobisinin bu davetin gerçekleşmemesi için çaba içinde olduğunu biliyoruz. Sonunda gele gele bu ağırlık kazandı ve dışişleri hem Abhazya’yı hem komiteyi arayarak bu ziyaretin ertelenmesini talep etti. Erteleme, bu ziyaret yapılmasın demektir. Şöyle bir erteleme olsaydı anlaşılabilirdi: İki ay sonra yapılsın. Hatta ve hatta sözlü olarak şöyle demişler: Şimdi gelmesin, biz daha sonra resmi olarak davet edeceğiz. Böyle sözle söylenmiş bir şey, ne kadar gerçekçi, ne kadar samimi; onu bilemiyoruz. Böylece gelişi iptal edilmiş oldu. Ben bunun Abhazya açısından iyi olmadığını düşünüyorum. Siyasi olarak kayba uğradığını düşünüyorum. Böyle bir girişimde bulunuldu; bir yere gitmek istedi, siyaseten hazırlandı ve görüşme yapılamadı. Gerekçesi de biraz Gürcistan lobisinin etkisiyle. Abhazya’yı özgüven ve siyasi kayba uğrattığını düşünüyorum. Sonra, bizim buradaki diasporanın aktivitesiyle ilgili bir şey. Becerebilir de iki-üç ay sonra doğrudan dışişleri bakanlığının davetiyle buraya getirilebilirse, bu kayıp ancak öyle telafi edilebilir diye düşünüyorum.
Peki gerek Bagapş ziyaretinin organizasyonu ve gerekse iptal sonrası yaşananlara baktığınızda, toplumumuza yönelik ne gibi sonuçlar çıkardınız? Bu durum vesilesiyle içeriye dönük eksilerimiz ve artılarımız bağlamında, gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz?
Bizim Kafkasyalılığın ya da Çerkes olmanın iyi ve kötü yanları vardır. İyi yanı insanı bir birey olarak önemli kılar. Dolayısıyla bu toplumun gündelik tezgahlarından geçmişse insan, birey olarak çok özgüvenlidir. Zexes’ti, bizim alaf dediğimiz, insanların bir araya geldiği zaman konuşabilme yeteneği olsun, bunu pekiştirebileceği platformlar açısından, kadın-erkek ilişkileri açısından, benim gurur duyduğum bir kültürel bütünlüğü vardır. Ama bu aynı zamanda bir dezavantajdır. Çünkü Kafkasyalıları bir amaç etrafında kolay bir araya getiremezsiniz. Bireysellik, bireye verilen bu önem sonucunda herkesin bir düşüncesi ve doğrusu vardır, uzlaşma kültürü azdır.
Yani ikisi birbirini dışlayan şeyler..
Tabii tabii öyle bir şey. Ve iç mücadele dediğimiz şey, iç didişme dediğimiz şey bütün toplumlarda vardır ama bizde daha fazladır. Söylediğim gibi, iyi-kötü, ağaç kendi kurdunu yaratır gibi bir şeydir. Bu iyi tarafımız, aslında bir organizasyonu hayata geçirme açısından dezavantaj oluşturabilen bir şey. Belki ikisini daha iyi kompanse edebilmemiz, kombine edebilmemiz lazım. Onu yeterince beceremiyor olabiliriz. Bu konudaki çalışmalara öncülük ve liderlik yapan insanlar bunu beceremiyor olabilirler belki yeterince. Ama hani her kafadan bir ses çıkıyor derler, bizde her kafadan birkaç ses çıkar. O yüzden bütünsel bir çalışma yapmak her zaman zorlaşmıştır. Her zaman böyle olmuştur. Mesela savaş sırasında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la yaptığımız görüşmede, bize, ‘Türkiye’de hükümetin ya da devletin sizin bu sorununuza destek vermesini sağlamak istiyorsanız biraz ses çıkarmanız lazım, hani ağlamayana meme yok misali biraz sesinizi çıkarmanız lazım, bunun yolunu yordamını bulun, o zaman Ankara sizi dinleyecektir’ demişti. Onun da biraz yüreklendirmesiyle, tam da sivillere yönelik felaket haberleri de peş peşe gelince, İstanbul’dan araçlı bir yürüyüş düzenleyelim Ankara’ya diye bir karar alındı. Tamam denildi. Buradan yola çıkıldı, Gebze’de, İzmit’te katılımlar oldu. Adapazarı’na vardık, kimse yok ortalıkta. Adapazarı’nın içine girdik kimse yok, derneğe gittik orda da kimse yok! Hendek’e gittik orda da kimse katılmadı, Düzce’ye gittik orda da kimse katılmadı. Adapazarı, Hendek ve Düzce bu etkinliğe katılmadı. Çünkü bizim buradaki birlikte bir iş yapalım projesiyle yola çıktığımızda, oradaki önderlik de, yürüyüş-mürüyüş devlete baş kaldırmayalım diye kendince bir yorum yapmış, biz buna katılmıyoruz kararı vermişler. Bize de haber vermiyorlar. ‘Komite olarak buna karar verdiniz ama bu doğru bir şey değildir’ de demiyorlar; katılmıyorlar. Bunun gibi çok örnek verilebilir. Tartışılıp, getirisi-götürüsü konuşulup, bir projeyi hayata geçirmek çok kolay değil bizim toplumda. Bunda da böyledir, Bagapş ziyaretinde de, ne kadar etkili bir program yapabiliriz bilmiyorum ama, ciddi zaaflarımız vardı. Sonra Bagapş gelmemesine rağmen Uzuncaorman’da toplandığımızda ne kadar az katılım olduğunu görerek bunu söyleyebilirim. Burada, başta konuştuğumuz gibi, aslında hangi kimliğimizin ne zaman ağır basacağı konusunda bir kargaşa içindeyiz. Bunda başka kimlikler ağır bastı. Dolayısıyla toplum aynı heyecanla sizin realize etmeye çalıştığınız projeye katılmıyor, katılamıyor.